karalar
|
 |
« Yanıtla #45 : 17 Mart 2007 - 10:16 » |
|
İNŞALLAH TEKRAR DÖNER, BİZE YENİDEN HAKİM OLURSUNUZ
Sene Miladi 636.
Bizanslılar, İslâm orduları karşısında yenilgi üstüne yenilgi almaktalar. İmparator hiddetten köpürmekte, öfkeden sinir krizleri geçirmekte. Koskoca Bizans İmparatorluğunu sarsıp perişan edenler, gerçekten daha düne kadar bedevi bir hayat yaşayan bu çöl adamları mıydı? Olacak iş miydi bu? Yanındakilere sık sık soruyordu:
- Neden bunların karşısında duramıyorsunuz? İslâm ordularının ilerlemesine neden mâni olamıyorsunuz?
Her seferinde aldığı cevap aynı idi:
- Müslümanların mâneviyatı bizden çok kuvvetli, haşmetli İmparatorumuz! Geceleri bir âbid iken, gündüzleri ise yılmaz ve yıkılmaz birer kahraman kesiliyorlar. Fethettikleri beldelerde hiç kimseye zulmetmiyorlar. Birbirlerine kardeş muamelesi yapıyorlar...
Gerçekten alınan beldeler, yalnız kılıç zoru ve bilek kuvveti ile zaptedilmemişti. İslâm'ın adalet ve hakkaniyet anlayışını görenler veya duyanlar, fazla zorluk çıkarmadan İslâm ordularına teslim oluyorlardı.
Müslümanların girdikleri ülkelerde gösterdikleri âdilâne davranış, halkı son derece memnun etmiş ve İslâm idaresine içten ve gönülden bağlamıştı.
Bizans İmparatoru için artık talihini bir kere daha denemekten başka çare kalmamıştı. Büyük bir askerî harekâta girişmek üzere, Antakya civarına çok sayıda asker yığmaya başladı. Bizans, bütün kuvvetini ortaya koyuyordu. Durum oldukça kritikti.
O sırada İslâm ordusu, daha yeni fethettiği Humus bölgesinde bulunmaktaydı. Ordu kumandanı Ebu Ubeyde, vaziyetten haberdar olur olmaz, derhal subaylarını ve kumandanlarını toplayarak bir danışma meclisi teşkil etti.
Müzakereler esnasında bazıları, kadın ve çocukları şehirde bırakarak düşmanı dışarıda karşılamayı önerdiler. Diğer bir kısmı ise, bu fikre taraftar olmadılar. Baş kumandan Ebu Ubeyde:
- "Öyle ise ahaliyi şehirden çıkaralım," diye yeni bir fikir ileri sürdü. Fakat kumandanların bir kısmı, bu fikre karşı çıkarak şöyle dediler:
- Hayır, bunu yapmaya hakkımız yok. Biz ahaliye, barış ve âsâyiş içinde yaşatmak şartıyla koruma garantisi verdik. Bu taahhüdümüzü ihlâl edemeyiz.
Nihayet oy birliğiyle, Şam'a dönülmeye karar verildi. Ebu Ubeyde, ordunun Hazinedarını çağırarak, Humus'taki halktan cizye(vergi) olarak alınan paraların iade edilmesini emretti. Emrin sebebini de şöyle açıkladı:
- Bizler vergiyi onlardan, kendilerini düşmanlarına karşı savunmak için almıştık. Mademki himaye edemeyeceğiz; paralarını iade ederek kendilerini himaye edemeyecek durumda olduğumuzu bildirmemiz lâzımdır.
Toplanmış olan yüzbinlerce altın, derhal gayr-i Müslim ahaliye dağıtıldı. Halk, Müslümanların bu hareketinden son derece duygulanmış ve "inşâallah tekrar döner, bize yeniden hâkim olursunuz" diye candan ve gönülden dileklerde bulunmuşlardı.
İslâm ordusu bu hareketî yalnız Humus'ta değil, önce fethedip sonra çekilmek zorunda kaldığı bütün beldelerde tatbik etmiştir.
Dünya tarihinde hâkimiyeti altına aldığı şehirlerden himaye şartıyla topladığı vergileri, şehri koruma imkânı kalmadığı zaman, ahaliye geri ödeyen bir başka adalet anlayışı gösterebilir mi?
Dünyada hangi millet başka bir devletin hâkimiyeti altına girmeyi can-ı gönülden arzu eder!
İşte ancak İslâm'ın adaletli yönetimidir ki birçok milletleri kendi rızalarıyla hâkimiyeti altına almış ve asırlar boyunca onlara bağımsızlık isteğini aratmamıştır.
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #46 : 17 Mart 2007 - 10:20 » |
|
KUDÜS'ÜN FETHİ
Tarih, Milâdi 637 ...
Kudüs şehri Amr bin Âs kumandasındaki İslâm ordusunun kuşatması altında bulunmaktadır. Teslim olmaktan başka hiçbir çare kalmadığını gören düşman, barışa razı olmakta; fakat anlaşmaya bizzat Halife'nin imza koymasını şart koşmaktadır.
Amr, durumu derhal halife Hz. Ömer'e bildirdi. Hazret-i Ömer, haberi alır almaz hızla Kudüs'e doğru yola koyuldu. Kudüs, Müslümanlar için değerli ve kutsal bir beldeydi. Müslümanların bir ara kıblesi olan Mescid-i Aksâ buradaydı. Resûlüllah Efendimiz, Mi'rac gecesi buradan semalara yükselmişti. Kâbe'den sonra en eski ibadet evi idi Mescid-i Aksâ... Bu yüzden Hazret-i Ömer, bu beldenin kan dökülmeden alınmasını ve bir an evvel Müslümanların eline geçmesini şiddetle istiyordu. Bütün meşakkatleri göze alarak Kudüs'e doğru yola koyulmasının sebebi de buydu.
Halife, Kudüs şehrinin yakınlarında bulunan Cabiye adlı mevkide parlak bir askerî törenle karşılandı. Orduda bulunan kumandan ve subayların hepsi de yeni, sırmalı elbiselerini giymişler, kılıçlarını takınmışlar, haşmetli bir manzara içinde halifeyi istikbâl etmişlerdi.
Subayların bu debdebeli hali, Hazret-i Ömer'i bazı endişelere sevketmişti. Dünyanın aldatıcı güzelliği ve zehirli bir bal hükmünde olan şan ve şöhreti, onların kalblerini mi kaplamıştı yoksa?
İslâm ordularının devamlı zaferden zafere koşması; Müslümanlarda, bilhassa yönetici kadroda, İslâm'ı yaşama hususunda bir lâkaydlığa mı sebep olmuştu?
Müslümanlar kendilerini lüks ve israfa mı kaptırmışlardı? Eğer durum öyle idiyse, bu fetihlerin sonu yakın demekti...
Hazret-i Ömer'in bu endişelerini ferasetleriyle hisseden subaylar, ona, bu sırmalı elbiseler altında hâlâ kılıçlarını taşıdıklarını, ruhlarının her türlü maddî menfaatin üstünde Allah'ın adını yüceltme aşkıyla yandığını, millî ve dini değerlerini asla terk etmediklerini bildirdiler. Halife bu açıklamadan memun kaldı. Endişelerine yer olmadığını anlayarak Allah'a şükür ve subaylarına:
- "Öyle ise elbise değiştirmekten bir şey çıkmaz. Yeter ki bu debdebe ve süse kalbinizle meyletmeyiniz." dedi.
Hazret-i Ömer Cabiye'de birkaç gün kalmış ve Kudüs anlaşmasını burada imzalamıştır.
İmzadan sonra Kudüs şehrinin idaresini devr almak üzere şehre doğru hareket etti. Medine'den beri süren uzun yolculuk sebebiyle bindiği atın nalları iyice aşınmıştı. Bu yüzden at, serbestçe yürüyemiyordu.
Hazret-i Ömer, hayvana fazla eziyet vermemek için attan inip yayan yürümeye başladı. Yanındakiler müdahale ettiler. Halifeye binmesi için derhal süslü ve güzel bir at getirdiler.
Hazret-i Ömer ona biner binmez, at birden şahlanıp kişnemeye başlamıştı. Huysuzlanıyordu. Atın bu hali, Hazret-i Ömer'in canını sıkmıştı.
- Dur, biçâre mahlûk! Bu kibir ve gururu kimden öğrendin, diye söylenerek attan indi ve Kudüs'e varıncaya kadar da bütün ısrarlara rağmen, başka hiçbir ata binmedi.
Kudüs halkı, idarecileri, ruhanî reisleri; şehrin giriş yerine toplanmışlar, cihana hükmeden İslâm devletinin şanlı ve haşmetli başkanını bekliyorlardı.
Hazret-i Ömer'in Kudüs'e yaya olarak toz toprak içinde girmesi ve üzerinde görkem ve debdebeden hiçbir alâmet olmaması, onları âdeta şok etmişti. Debdebeli ve ihtişamlı bir devlet reisi görmeyi beklerken, karşılarına kılığı, kıyafeti, yaşayışı ve her şeyiyle tam bir halk adamı çıkmıştı.
İslâm ordularının bu derece başarı kazanma sebebi, gayet açık olarak ortadaydı.
İdarecileriyle halkı böylesine kaynaşıp bütünleşen bir devletin, dünyanın başına geçmemesi, bütün insanlığı kendine hayran bırakmaması hiç mümkün müydü?
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #47 : 17 Mart 2007 - 10:23 » |
|
Hz. ÖMER, NEDEN KİLİSEDE NAMAZ KILMADI?
İslâm'ın âdil Halifesi, gayrı Müslimlere geniş bir din hürriyeti tanıdığı Kudüs'ü teslim şartnamesinde şöyle diyordu:
- "Bismillâhirrahmânirrahim. Allah'ın kulu ve mü'minlerin emîri bulunan Ömer tarafından bura halkına verilen dokunulmazlık belgesidir:
Mü'minlerin emîri, hasta olsun, sıhhatte bulunsun, bütün insanlara mal ve can güvenliği konusunda ve mâbed ve haçları ve dinlerine ait diğer bütün işlerde, emniyet içinde olacaklarına dair garanti verir. Halkın kiliseleri tahrip edilmeyeceği gibi, mesken ve camiye de çevrilmeyecek; ne sahip oldukları haklar azaltılacak, ne mal ve mülklerine el uzatılacak, ne mezhepleriyle ilgili hususlarda bir zorlama yapılacak ve ne de içlerinden biri herhangi bir şekilde zarar görecektir."
Bu belgenin imzalanmasından sonra Hazret-i Ömer, sağ tarafında Patrik Sofranius bulunduğu halde Kudüs'e girmiştir.
Hazret-i Ömer, Kudüs'te iken, Müslümanların imzaladıkları dokunulmazlık antlaşmasına ne derece bağlı kaldıklarını gösteren enteresan bir hâdise cereyan etmiştir.
Halife Hazret-i Ömer'le Patrik, Kıyamet Kilisesini ziyaret etmekte bulundukları bir sırada, namaz vakti gelir. Patrik, namazı hemen oracıkta, kilisenin içinde kılması için Hazret-i Ömer'e ricada bulunur.
Fakat Hazret-i Ömer, bu ricayı kabul etmeyerek, namazı kilisenin içinde kılmaz. Dışarı çıkarak avluda kılar.
Patrik, Hazret-i Ömer'den bu şekilde hareket etmesinin, yani, namazı içerde kılmayıp, dışarıda kılmasının sebebini sorar. Hazret-i Ömer'in verdiği cevap son derece düşündürücüdür:
- Eğer ısrarlarınıza uyarak namazı kilisenin içinde kılsaydım, belki ilerde Müslümanlar, "Ömer burada namaz kılmıştı" diyerek kiliseyi camiye çevirmeye kalkabilirlerdi. Böyle bir durumda ise, size verdiğimiz, "mâbedlerinize dokunmamak" söz ve ahdimize aykırı düşer. Kur'an bize, verdiğimiz söz ve yaptığımız andlaşmaları yerine getirmeyi emrediyor. Bu sebeple ben, içeride namaz kılıp da ilerde andlaşma şartlarını bozmaya sebebiyet verecek bir durum ortaya çıkarmak istemedim.
Patrik, Hazret-i Ömer'in bu cevabı karşısında derin düşüncelere dalar...
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #48 : 17 Mart 2007 - 10:24 » |
|
MALAZGİRT SAVAŞI NASIL KAZANILDI?
Malazgirt Savaşı, İslâm âleminin kaderiyle yakından alâkalı bir savaştı. Ya kazanılıp Bizans'ın kolu kanadı kırılacak, İslâm ülkeleri üzerinde beslediği kötü niyetler önlenecek ve Anadolu'nun İslâm fetihlerine açılması tam olarak gerçekleşecekti. Yahut da bunun tersi olacaktı. İslâm âlemi de bu önemli neticenin farkındaydı.
Bizans ordusu, Alparslan'ın ordusundan asker sayısı ve harp malzemesi yönünden çok üstün vaziyetteydi. bu durumdan Alparslan endişe duyuyordu. Fakat teselli bulduğu nokta şuydu ki, gerek askerleri, gerek kumandanları aynı ülkü ve gaye etrafında birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmişlerdi. Hepsinin de bağlandığı ilke şuydu:
"Allah yolunda şehid veya gazi olmak" , "İ'lâ-yı Kelimetullah için düşmanla savaşmak."
Üstelik arkalarında bütün İslâm âleminin maddî ve mânevi desteği de vardı. Halife, bizzat bütün İslâm ülkelerine, camilerde okunmak üzere şu hutbe ve dua metnini yollamıştı.
"Allahım! İslâm sancağını yükselt ve İslâma yardım et. Şirkin başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle onu mahvet! Sana itâat yolunda canlarını feda edip, kanlarını sana kulluk için esirgemeyen mücahidleri, kuvvetlendirerek yurtlarını emniyet ve zaferle doldur. Yardım ve inâyetini İslâm ordularından eksik etme... Müminlerin Emîrinin açık bir delîli olan Şehinşâhü'l-A'zam'ın (Alparslan'ın) senden dileğine yardımını esirgeme ki O, bu sayede Senin hükmünü yürür, şânını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütuf desteğinden mahrum etme.
Rabbim, O, nasıl Senin dâvetine uyup dininin korunmasında gevşeklik göstermeden emirlerine boyun eğmiş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak İslâm'a hizmet için geceyi gündüze katmışsa, Sen de ona zafer kısmet eyle. Dileklerinde ona yardımcı ol. Kaza ve kaderini onun lehine tecellî ettir. Onu öyle bir koruyucu zırh ile kuşat ki, düşmanların her türlü kinlerini def etsin ve lütfunla bu koruyucu, onu en sağlam ellerle muhafaza etsin. Yapmak istediği herşeyi ona kolay kıl. Tâ ki onun kutsal cihadı, zaferden ışık alsın.
Ey Müslümanlar, doğru bir niyet, dürüst bir azim ve Allah'tan korkan temiz kalblerle ve ihlâs bahçesinden kısmet alan inançlarla, onun için Rabbinize yalvarıp yakarınız! Çünkü noksanlardan uzak olan yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, onlara 'duanız olmasa Rabbim size niçin değer versin de ..." (Fürkan sûresi, âyet:77)
Onun güçlü ve kuvvetli olarak düşmanlarını yenmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine erişmesi ve gayesine nail olması hususunda Allah'a dua ve niyazda bulununuz.
Allah'ım, onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve şirki, onun önünde ona boyun eğdir!"
Bu hutbe, bütün İslâm dünyasında okunmuş ve aynı anda yüzbinlerce el, Selçuklu Sultanının zaferine dua için semaya kalkmıştır.
Ne ulvî ve haşmetli manzara...
O gün İslâm kardeşliği duygusu bütün benlikleri kaplamış, bütün gönüller aynı ruh ve îmanla çarpmıştır.
Anadolu'nun kapısını İslâmiyete açacak olan bu savaşın mübarek kahramanları arasında, Türklerin haricinde, birçok Müslüman devletlerin askerleri de vardı. Pek çok Müslüman Kürt beyleri ve Arap emirleri, bu büyük cihad için Alparslan'ın emrine girmişlerdi. Bütün insanları ırk, renk, dil gibi farklılık unsurlarını bir tarafa bıraktırarak ulvî bir ideal ve evrensel bir gaye etrafında toplayan İslâmiyet, Malazgirt ovasında da Türk'ü, Kürd'ü, Arab'ı aynı ülkü etrafında omuz omuza kenetlemişti. İdeal: Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın ismini cihana yaymak ve yüceltmekti...
Daha önce, Alparslan'ın imamı Buhâralı Mehmed bin Abdil-Melik, Sultan'a şu teklifte bulunmuştu:
- Ey Sultan! Sen, Allah'ın zafer va'deylediği İslâmiyet uğrunda cihad yapıyorsun. Bütün Müslümanların, minberlerde dua ettiği Cuma günü savaşa giriş. Ben Allah'ın, zaferi senin adına yazdığına inanıyorum.
Alparslan da bu teklifi gayet yerinde bulmuş ve savaşı binlerce Müslümanın ellerinin yardım ve zafer dualarıyla semaya doğru uzandığı, Cuma namazı sonrasına bırakmıştı.
Cuma namazı kılındıktan sonra Alparslan, beyazlar giyindi, atından inerek secdeye kapandı, Allah'a şu şekilde niyazda bulundu:
"Ya Rabbi, Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum.
Ey Rabbim, niyetim halistir. Bana yardım et. Sözlerimde hilâf varsa, beni kahret. Eğer kalbimdeki düşüncelerimi bu dilimle söylediğim sözlerime uygun bulursan, düşmanlara karşı giriştiğim bu mücadelede benden yardımını esirgeme, her zorluğu bana kolay yap.."
Bu niyazdan sonra başını secdeden kaldırarak beylerine ve askerlerine hitaben şu muhteşem konuşmasını yaptı:
"Burada Allah'tan başka bir sultan yoktur. Emir ve kader tamamiyle O'nun elindedir. Bu sebeple, benimle birlikte savaşmakta ya da savaşmamakta serbestsiniz."
Bu yürekten kopup gelen îman ve ihlâs dolu sözler, askerleri ve kumandanları coşturmaya yetmişti. Hep bir ağızdan "Asla emrinden ayrılmayacağız, Sultanım!" diye karşılık verdiler.
Artık ortalık ana-baba gününe dönmüştü. Sevinç içinde ağlaşanlar, birbirlerinden helâllik dileyenler, Allah'a bütün samimiyetleriyle yalvarıp yakaranlar...
Bu arada son hazırlıklarını da tamamlayan Sultan, atına bindi ve askerlerine son söz olarak şu hitabı yaptı:
"Ey askerlerim, eğer şehid olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Melikşah'ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak, önümüzde çok hayırlı günler olacaktır."
İşte Malazgirt meydan savaşı bu îman, bu ruh ve bu mânevî potansiyelle kazanılmış, Müslüman Türklere Anadolu'yu vatan yapacak olan fetihlerin anahtarı hükmündeki bu muhteşem zafer, böyle parlak bir îman ve kahramanlıkla destanlaştırılmıştır.
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #49 : 18 Mart 2007 - 12:10 » |
|
GAZİ KOVAN
Mart 1921 İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu.
Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti.
Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde
"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü"
yazıyordu.
Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti.
Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti.
Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.
"Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi:
Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.
"Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!".
Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı.
Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı.
Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
Eylül 1922 - Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı.
Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her defasında atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;
"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz"
yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
"Bismillahirrahmanirrahim.
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor.
Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde,Seyfi Çavuş'un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik.
Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü.
Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli "
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.
Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
Ocak 1923-Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu.
Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923 - Ankara
Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.
101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"
Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.
"Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.
Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankılanıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile…
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #50 : 18 Mart 2007 - 12:15 » |
|
OSMANLI ZEKASI.. Yavuz Sultan Selim zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Sultan Selim'e. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor.Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor.. Yani Osmanlıya acayip bir hakaret!!!!! Cihan padişahı emir veriyor, "herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermeliyiz" Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın Osmanlı İstanbul'unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor... Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor: "Herkes yediğinden ikram eder"!!!!!
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #51 : 18 Mart 2007 - 12:17 » |
|
YAVUZ SULTAN SELİM Macar elçisi devlet meselelerini görüşmek üzere Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girerken büyük padişah kılıcının yarısını kınından çıkarır. Elçi huzurdan çıkana kadar bu durum devam eder. Ne zaman elçi huzurdan çıkar Yavuz da kılıcını kınına sokar. Daha sonra elçi ülkesine döndüğü zaman büyük bir merak ile hemen sorarlar :" Padişah nasıl biriydi, nasıl birine benziyordu biraz bahsetsene ...." Elçi şu cevabı verir :" Kılıcının parıltısı o kadar fazlaydı ki yüzünü bir türlü göremedim. Daha sonra bu haber kıymetli hünkar Yavuz Sultan Selim'in kulağına varır. Bunu duyan padişah memnun bir ifade ile şu tarihi sözleri sarfeder :" İşte görüyorsunuz. Eğer bu kılıç kınına girmezse onların boynu eğik olur. Ne zaman ki kılıç kınına girer işte o zaman bizim boynumuz bükülür, onların başı dikilir"
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #52 : 18 Mart 2007 - 12:19 » |
|
Eski Türklerde Askerler savasirken arkadan gelecek herhangi bir saldiriyi kontrol edebilmek için sirtlarini bir agaca, kaya veya tasa vererek ok atarlarmis. Atalarimiz genelde bozkir hayat yasadiklari için bu sirt dayanan nesne genelde bir tas veya kaya olurmus, yillar sonra bu sirt dayanan tasin ismi ARKA-TAS dan ARKADAS seklinde dilimize yerlesmis ve bugün bile güvenebilecegimiz bizi arkadan vurmayacak olan samimiyetine güvendigimiz kisilere verdigimiz isimdir. Ask ve arkadaslik bir gün yolda karsilasirlar. Ask,kendinden emin bir sekilde sorar; ben senden daha samimi ve daha cana yakinim sen niye varsin ki bu dünyada? Arkadaslik cevap verir: "Sen gittikten sonra biraktigin gözyaslarini silmek için...." Hiç bir zaman arkadasiz kalmaman dilegiyle. Bütün sevdiklerinize ithafen
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #53 : 18 Mart 2007 - 12:23 » |
|
* Edirne'deki Süleymaniye cami yapımında Mimar Sinan'ın caminin ortasında oturmuş nargile içerken gören işçiler homurdanarak : - ulan biz burda çalışıyoruz adam orda oturmuş keyif yapıyo! derken Sinan olaya girer.. - sesin caminin her yerine eşit olarak dağılıyor mu diye hesaplıyorum !!
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #54 : 18 Mart 2007 - 12:23 » |
|
Show TV'deki ateş hattı programında reha muhtar prens Charles'ın Müslüman olduğu yönündeki söylentileri eleştirmektedir. konuyu diyanet işleri başkanıyla tartışmaktadır: -efenim prens Charles'ın Müslüman olduğunu söylüyorlar. peki ama öyle bir adamdan Müslüman olur mu? -olur tabi neden olmasın? -ama efenim nasıl olur? -reha bey siz Müslüman mısınız? -tabi Müslümanım efendim. -siz namaz kılıyor musunuz? -hayır. -oruç tutuyor musunuz? -hayır. -içki içiyor musunuz? -evet. -e sizden nasıl Müslüman oluyorsa, ondan da en az sizin kadar Müslüman olur.
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #55 : 18 Mart 2007 - 12:25 » |
|
Hz.İbrahim kral nemrut tarafından ateşe atılmak üzeredir.Büyük ateş yakılır.Derken bir karınca kendi büyüklüğünce suyu taşıyarak ateşe doğru koşmaya başlar telaşlı telaşlı.Onun bu halini gören arkadaşları sebebini sorarlar ona telaşesinin.Oda onlara durumu izah eder İbrahim A.S mın atşe atılmak üzere olduğunu suyu ateşi söndürmek için taşıdığını söyler.Herkes gülmeye başlar bu kadarcık suyla dağ gibi ateşi nasıl söndürebileceği konusunda dalga gecer onunla.Karıncada onlara ''en azından hangi tarafta olduğumu göstermiş olurum''.der!!!
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #56 : 18 Mart 2007 - 12:29 » |
|
KAHVE Kahve bilindigi gibi Yemenli cobanlarca (Afrikali cobanlarda derler) bundan yillar once farkina varilip insanlar tarafindan kullanilmaya baslamistir.Biz Turkler de o bolgelere hukum surdugumuz icin kahveyi kendimizce gelistirip damak tadimiza uygun hale getirmisiz.Peki bati nasil tanisti kahveyle ?? 2. viyana kusatmasindan sonra ordularimiz cekilmeye baslamisti (askerlerimiz kahveyi uyanik kalmak ve enerjik olmak icin icerlerdi) yanlarinda cuvallar icinde olan kahveyi gereksiz yuk olacagi icin orada birakirlar.Askerimizden sonra bolgeye gelen avusturyalilar bu cuvaldaki kahveleri at deve yemi sanarlar sonra olayin farkinda olan koyluler Turklerin bunu kaynatip ictigini soylerler ve bati kahveyle tanismis olur.Belkide batida soylenen Turkish coffee kelimesi bu sebeptendir.
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #57 : 23 Mart 2007 - 00:49 » |
|
Doğu Türkistan'ı bütünüyle yutmaya hazırlanan Çin, "Türkistan" ve "Uygur" kelimelerine bile tahammül edemiyor Esaretteki Son Türk Yurdu
1878'de tümüyle işgal ettikleri Doğu Türkistan'a, "gasp edilen yeni ülke" anlamına gelen "Şin-cian" adını veren Çinliler, o günden bugüne inanılmaz vahşet ve katliam örnekleri sergilediler. Binlerce yıllık tarihî Türk yurdu olduğu, kadim Çin kaynaklarınca bile mevsuk (belgeli) olan bu topraklarda, dünyanın görmezden geldiği, dramatik bir varlık mücadelesi yaşanıyor. Asya kıtasının ortasındaki bir Türk yurdu, "Doğu Türkistan", acı olaylarla dünyanın gündemine gelmeye devam ediyor.
Adriyatik'ten Çin seddine Türk dünyası şeklinde ifade edilen çok geniş coğrafyanın en güzel kesimlerinden biri de Doğu Türkistan'dır. Türkler'in bozkır hayatından yerleşik hayata geçişlerinde önemli bir beşik vazifesi gören bu bölgede, Türk kültür ürünlerinin en muhteşemlerinin ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Çinliler, 1878'de işgal ettikleri güzel Türk yurduna, zorla ele geçirilen yeni ülke manasına gelen "Hsinchiang" (Türkçe okunuşu Şin-cian) adını verdiler. Bu şekilde binlerce yıllık bir Türk yurdunu sahiplenişlerini de, yeni ad koymak suretiyle dünyaya göstermeye çalışıyorlardı.
Ama, dünya kamuoyu, söz konusu ülkenin Türklere ait olduğunu, her yönüyle tamamen biliyordu. Bu yüzden doğu veya Şarkî Türkistan; Batı literatüründe bile "Eastern Turkestan" şekliyle kullanılmaya devam etti. Geçen asrın sonu ve bu asrın başında çok sayıda batılı ilim adamı ve diğer görevli kişiler, Doğu Türkistan topraklarını ziyaret ettiler (bunlardan en meşhurları A. Stein, P. Pilliot, S. Hedin, A.V. Le Coq' dur). Onlar sayesinde modern dünya, bu güzel ülkeyi tanıma fırsatı buluyordu. Fakat yine onlar sayesinde, gerek arkeolojik, gerek yazma eserler gibi tarihî zenginlikler, Berlin, Londra, Paris gibi büyük Avrupa şehirlerinin müzelerine kaçırılıyordu.
Gaflet ya da kasıt!..
Ancak, hiç değilse doğu Türkistan ismi kullanılıyor, burasının tarihî Türk yurdu olduğu inkâr edilmiyordu. Ne var ki; 1949'da komünistlerin iş başına gelmesiyle Doğu Türkistan tamamen ezildi. Katliamlar, eskisinden çok daha kötü bir şekilde devam etti ve halen de ediyor. Doğu Türkistan dramının bir başka üzücü yanı daha bulunmaktadır. O da, Doğu Türkistan tabiri yerine, yabancı ve yerli basında Çinlilerin verdiği Hsinchiang (değişik transkripsiyonları Xin-kiang, Sin-kiang) isminin kullanılır hale gelmesidir. Özellikle son 20-30 yıldan beri, dünyanın önde gelen basın ajansları, Xin-kiang adıyla haberler yayınlamaktadır. Bundan daha da üzücü olanı, ülkemizdeki yazılı ve görüntülü medyanın büyük bir kısmının da bu ismi kullanmasıdır. Yabancı ajansların etkisi altında kalabilirler, ama hiç mi tarihî gerçekleri araştırmazlar?
Böyle yapmakla emperyalist Çin'in ekmeğine yağ sürmektedirler. Böylece doğu Türkistan adı unutulacak, yerine Hsin-chiang ifadesi yerleşecek ve dünya kamuoyuna; orada meydana gelen hadiseler, katliamlar ve diğer zulümler, Çin'in iç işi şeklinde takdim edilecektir.
Orada yaşayan insanların Türk, Doğu Türkistan'ın da bir Türk yurdu oluşu, dünya basın ajanslarını fazla ilgilendirmeyebilir. Batı âlemi şimdi, Doğu Türkistan'da yeni bulunan petrol, doğal gaz ve diğer madenlerle daha çok ilgilenecektir. Fakat, Türkiye'de bazı yayın organlarının inatla "Sincan" ya da "Sin-kiang" kelimelerini kullanmaları, insanın içini sızlatmaktadır.
Çin kaynakları ne diyor?
Bir tarihçi olarak, Doğu Türkistan'ın en eski devirlerinden itibaren bir Türk yurdu olduğunu göstermek istiyoruz. Doğu Türkistan'da, dört-altı bin yıl öncesine ait, mumyalanmış insan cesetlerinin bulunduğu konusunda son zamanlarda haberler gelmektedir. Japonların ve Çinlilerin yaptığı antropolojik incelemelere göre, ortaya çıkan cesetlerin şekli, Türk tipine uyuyor.
Tarihte, Doğu Türkistan'a çok ender de olsa Çin hâkimiyeti ulaşmıştır. Çevirdikleri entrikalar ve kandırdıkları bazı Türk boylarının yardımıyla geçici hâkimiyetler kurmuşlardır. Ancak, bunların hepsi semboliktir.
Çinlilerin asırlar önce kendi tuttukları resmî kayıtlarda, Doğu Türkistan'ın Türk ülkesi oluşuna işaret edilmiştir. Yani, bugün oraya Şin-ciang adını vererek, Uygurları, Kazakları, Kırgızları vesair Türk gruplarını yok sayan Çin, iki bin yıldan fazla bir zaman öncesinde buraların, Türk boylarının hâkimiyetine girmiş olduğundan söz etmektedir. Zaten bugünün Çin haritasında ortalara düşen Tun-huang, o devirlerde Çin'in batısındaki en son sınır idi. Büyük Hun İmparatorluğu'nun hükümdarı Mo-tun, M.Ö. 201 yılından sonra, bütün Doğu Türkistan şehirlerini ele geçirip kendisine bağlamıştı. Bu durum birkaç yüzyıl devam etti.
Türkistan şehirlerine Türk hükümdarları hâkim olunca, buralarda oturan veya gelip geçen Sogdlu tüccarlara gayet iyi davranılmaya başlanmıştı. Çinliler, henüz bu devirlerde Tun-huang şehrinden batısını tanımadıkları için burasını, adı geçen kavmin tüccarlarına sormak suretiyle öğreniyorlardı.
Hun İmparatorluğu'ndan sonra, Afganistan'ın kuzeyi ile Batı Türkistan'ı içine alacak şekilde bir devlet kuran Akhunlar (350-558), Doğu Türkistan'ı da topraklarına katmışlardı. Yine, Doğu Türkistan, 552 yılında bağımsızlığını kazanan Göktürkler'in (542-745), Karadeniz'e kadar uzanan hâkimiyet sahasının tam ortasında yer alıyordu. Hattâ, Batı Göktürk Devleti'nin merkezi, bugünkü Karaşar'ın kuzeyinde idi.
Doğu Türkistan'da hâkimiyet kurmuş olan Türk devletlerinin zayıflamaya başlamasıyla Kaşgar, Yarkend, Hoten, Turfan, Kuca, Karaşar gibi şehir devletçikleri, bağımsızlıklarını ilan için Çin'e hediyeler göndermeye başlamışlardı. Çinliler de kendilerine hediye gönderilmesini, söz konusu devletçiklerin kendilerine bağlanmak istedikleri şeklinde telâkkî etmişlerdi.
İslâm'la şekillenen medeniyet
Göktürk Devletinin zayıfladığı dönemlerde Karluk Türkleri, Tanrı Dağlarının kuzeyinden Doğu Türkistan'a sızmaya başladılar. Yine bu bölgeye 744 yılından itibaren de, hızla genişleyen Uygurlar hâkim oldular. Hattâ, burayı ele geçirmek üzere gelen Tibetlileri de geri püskürttüler. Bu devletin, 840'ta Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması üzerine Uygurlar ikiye ayrıldı. Bir kısmı Çin'in Kansu bölgesine giderken, önemli bir kütlesi de, önce Beşbalık'a, ardından da Kaşgar, Hoten ve diğer Doğu Türkistan şehirlerine yerleştiler. Aynı zamanlarda İslâmiyet bu ülkede hızla yayılmaya başladı. 940 yılında Karahanlı Devleti'nin İslâmiyeti resmî din olarak kabul etmesiyle, bütün ülke tamamen İslâma girecektir.
İslâm medeniyetine bir de yerleşik hayata geçiş eklenince, Doğu Türkistan'da kültürel eserler meydana getirilmeye başlandı. Yazılı sanat ve edebiyat ürünleri, duvar resimleri ve binalara ilaveten, İslâmiyet'le birlikte, cami, külliye, medrese ve benzeri eserler inşa edildi. Türbeler vesair binalar da bunlara eklendi. Hattâ, Kur'an-ı Kerim Türkçe'ye tercüme edildi. Dîvân-ü Lügâti't-Türk ve Kutadgu Bilig gibi Türk dilinin en önemli klasikleri burada yazıldı. Kısacası, Uygur ve Karahanlı dönemlerinde, Türklüğün ve İslâmiyet'in en güzel damgaları, Doğu Türkistan'a vurulmuş oldu.
Moğol hâkimiyeti
XII. asrın sonu ve XIII. asrın başlarında kuzeyden gelen, Moğol asıllı Karahıtaylar, bölgeyi ele geçirdiler. Müslüman halka gayet iyi davrandılarsa da, onların adına hareket eden Nayman asıllı Nestûrî Hıristiyan Küçlük, özellikle Kaşgar'da büyük katliamlar yaptı. İslâmî kıyafetle gezmeyi yasakladığı gibi, müezzinleri minarelerden attırdı. Kulaklarını kestirdi. Onun yaptığı zulüm ve katliâmdan dolayı, Doğu Türkistan halkı, Cengiz Han'ın ordularını bir kurtarıcı gibi karşılamıştır.
Cengiz Han'ın ölümünden sonra oğlu Çağatay'ın hissesine düşen Doğu Türkistan, uzun süre, bu adla anılan devletin idaresinde kaldı. Çağatay'ın soyundan gelenler kendi aralarında, Timuroğulları da kendi aralarında, Doğu Türkistan'a hâkimiyet için mücadele edip durdular. Halk, söz konusu mücadele ve çekişmelerden bıktı ise de, fazla büyük bir felakete sürüklenmedi. En sonunda, Saidiye adı verilen hanedan, bir süre bu bölgeye hâkim olduktan sonra, XVII. asrın başında, Hocalar Devri denilen yeni bir kargaşa dönemi başladı. Din adamlarının kendi aralarında anlaşamamaları yüzünden halk da bölündü. Ne yazık ki, yaklaşan Çin tehlikesinin farkına varamadılar.
Çin tasallutu başlıyor
XVII. asrın ortasında, yerli Ming hanedanını devirerek iş başına gelen Mançu asıllı Ch'ing hanedanı, Moğolistan ve Cungarya'nın işgalini tamamladıktan sonra, Doğu Türkistan'a yöneldi. 1754'te Kaşgar istila edildi. 1759 yılında Mançular, Doğu Türkistan'ı tamamen ele geçirmişlerdi. Çin esaretine karşı uzun süren mücadele, düşmanın kuvveti yüzünden başarıya ulaşamıyordu. 1826'da büyük bir ayaklanma oldu. Cihangir önderliğindeki bu hareketle Kaşgar ve birkaç şehir kurtarıldı ise de, ayaklanmanın lideri yakalanarak demir bir kafes içinde Çin'in başkenti Pekin'e götürülmüş, orada teşhir edildikten sonra öldürülmüştür.
Buna rağmen Doğu Türkistan'daki bağımsızlık mücadelesi hiç durmamış, aksine daha da artmıştır. 1865'te Yakup Han, Batı Türkistan'da Ruslara karşı başarıyla mücadele ettikten sonra Kaşgar'a geçerek Yarkend'le birlikte bölgenin hâkimi olmuş ve bu bölgenin bağımsızlığını ilan etmiştir. Akabinde derhal, Osmanlı Devleti ve İngiltere ile temasa geçerek İstanbul'a ve Londra'ya elçiler göndermiştir.
İstanbul'a gelen elçi Seyyid Yakub Hoca Töre, çok iyi karşılanmıştı. Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz Han'a bağlılığını bildiren Yakub Han, onun adına hutbe okutup para bastırmıştır. Fakat, çok uzun süren hazırlıklardan sonra yeniden harekete geçen Çin, Doğu Türkistan üzerine büyük bir saldırı düzenlemiş, bu sırada Yakub Han da vefat etmişti. Halefleri, birbirleri ile mücadele ederken, Çinliler zaten Doğu Türkistan'ı işgal etmişlerdi. 16 Mayıs 1878'de bunu resmen bütün dünyaya ilan ettiler. Yukarıda da söylediğimiz gibi Doğu Türkistan'a, 18 Kasım 1884'te Çin İmparatorunun emriyle Şin-ciang adını verdiler.
1911'deki demokratik devrimden sonra da, Doğu Türkistan'daki baskıcı Çin idaresi devam etti. 1931'de Kumul'da bir isyan patlak verdi. Bunu, 1933 yılındaki Hoten ve Turfan ayaklanmaları izledi. 12 Kasım 1933'te Şarkî Türkistan Türk İslâm Cumhuriyeti adıyla, Sabit Damolla başkanlığında Kaşgar'da yeni bir devlet kuruldu. Fakat Ruslar, sınırlarında, bağımsız bir Türk devleti istemiyorlardı. Hemen harekete geçtiler. Çinlilere askerî yardımda bulundukları gibi, yeni devletin önde gelen liderlerinden Hoca Niyaz Hacı'nın ihanet etmesini sağladılar. Neticede bağımsız devlet ortadan kaldırıldı. 1944'te yeniden bu sefer Kulca'da, 12 Kasım'da, bir devlet daha kuruldu. Bu devletin adı Şarkî Türkistan Cumhuriyeti idi. Bunun da başkanı Ali Han Töre oldu. 1949'daki komünist işgaline kadar, mücadele bütün hızıyla sürdü. Binlerce, yüzbinlerce kahraman, Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı için can verdi.
Çin, başaramayacak
1949'dan sonra Çin'e hâkim olan komünist yönetim, bir çığ gibi Doğu Türkistan'ın üzerine çöktü. Yakalanan çok sayıda lider katledildi, kaçabilenler Himalayalar'ı aşıp Hindistan'a, oradan da Türkiye'ye ulaştılar.
1955 yılının Eylül ayında, Şincan Uygur Otonom Bölgesi adını alan Doğu Türkistan'ın bir Türk yurdu olduğu gerçeğini perdelemek için zamanla Uygur ismi kaldırılıp, sadece Çince ismi kullanılmaya başlandı.
Bir zamanlar adını dahi duymadıkları; ancak Sogdlu tüccarlardan sorup öğrendikleri Doğu Türkistan'ın, kadim Çin toprağı olduğunu iddia eden kıdemli emperyalist Çin, neticede halen bu ülkeyi işgali altında tutuyor.
İşgali tamamlamak ve Doğu Türkistan'daki Türk varlığını tamamen yok etmek için buraya sürekli Çinli nüfus yerleştiren; baskı, zulüm ve katliâma devam eden Çin yönetimi, emeline ulaşamayacak. Çünkü, her şeye rağmen, Doğu Türkistan'da hürriyet ve istiklâl ateşi sönmedi. Mücadele şuurlanarak ve artarak devam ediyor.
Doç. Dr. Ahmet Taşağıl/Tarih ve Medeniyet, Sayı 37
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #58 : 23 Mart 2007 - 00:50 » |
|
Gönül ister ki, Afrika'nın kuzeyinden Endülüs'e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul'a döneyim!"
Yavuz Sultan Selim (Mısır'ın fethinden sonra İstanbul'a dönerken)
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
karalar
|
 |
« Yanıtla #59 : 23 Mart 2007 - 00:50 » |
|
Eski Türkler (Yenileriyle karşılaştırmak acı verebilir) Ne İdik, Ne Olduk
Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik. Dürüsttük: Bir zamanlar, Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın."
İtibarlıydık: Bir zamanlar, Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.
Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."
Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için, saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.
Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar, arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."
Medeni idik: İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."
Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık [aşırı kâr koyma, tefecilik], inhisarcılık [tekelcilik] ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan, çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."
Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür."
Ubicini, Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez."
Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi, nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."
Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."
Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.
Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın: "Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise, bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9)
Hayırseverdik: Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin, yolculara, bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."
Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."
Bu tespiti, İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkati, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar, sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..."
"Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam: "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e, bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile [kazanmaya] yarar.'"
Ne dersiniz? Galiba, geçmişimizden uzaklaşmak, bize çok pahalıya patladı.
İşte sorulmaya değer ve cevaplanması elzem olan soru: "Bizde, o zaman var olup da bugün olmayan nedir? Nasıl kaybettik? Nasıl buluruz?"
|
|
|
Kayıtlı
|
|
|
|
|