efe
Yeni Başlayan
Çevrimdışı
Mesaj Sayısı: 269
|
 |
« : 16 Mart 2007 - 11:45 » |
|
Kaşıkçı Dede ve Ladikli Ahmed
Çanakkele'de başta Efendimiz (sas) olmak üzere büyük zatların manevi tasarruf ve yardımları olmuştur. Kaşıkçı Dede de esrârlı zâtlardan biridir.
Kilitbahirli Kaşıkçı Dede'nin himmetine şahit olan sonraki yılların büyük velisi Konya Ladik'ten Ahmed Ağa hadiseyi şu şekilde anlatıyor:
"15 Temmuz 1915 sıcak bir yaz günü. Bir taraftan düşmanın ateşi, öte yandan güneşin harı kavurur yarımadayı. Mehmetçiğin en büyük ihtiyacı su olur o günler. Cepheye yeni sevk edilen bir bölük asker, Bigalı köyüne doğru yola çıkarılır. Askerlerimize susuzluğun harareti tam çökmek üzeredir ki yolun sol tarafında çeşme başında sakallı bir dede seslenir onlara: "Gelin evlatlarım soğuk su vereyim, gelin doldurun mataralarınızı." Koşarlar o tarafa doğru. Geri kalıp susuz kalmamak için gizli bir yarış başlar içlerinde. Bir de bakarlar ki çeşme akmıyor. (Bu çeşme halen mevcut olup kışın aktığı halde haziran gelince suyu kesilir.) Dedenin elinde bir toprak testi vardır; ama o da taş çatlasa 10-15 litre su alır. Hiç 300-400 kişiye ufacık testinin suyu yeter mi? Kaşıkçı Dede; "Acele etmeyin yavrularım, için kana kana, doldurun mataralarınızı." der. Lâdikli Ahmed Efendi hiç acele etmez ve hep en sonu bekler. Anlaşılan haberdardır bazı şeylerden. Nihayet herkes matarasını doldurur; ama testide hâlâ su bitmez! O da uzatır matarasını, içer kana kana suyunu. Hâlâ toprak testide su vardır. Ahmedcik dayanamaz sorar, "Dede senin adın ne?" diye. "Kaşıkçı Dede derler evladım bana. Kilitbahir köyünde otururum. Evladım cephede yaralanırsan matarandaki bu sudan döküver yarana. Biiznillah şifa bulursun." der.
Ahmed, bu sözü unutmaz ve matarasındaki suyu da bitirmez, saklar. Bir müddet sonra arkadaşları ile beraber yaralanır ve aklına su gelir. Döker kendi ve arkadaşlarının yaralarına. Şifa bulurlar. Çok geçmez bir daha yaralanır; ama bu defaki hem daha ağır ve hem de su bitmiştir. Eceabat'taki vapur hastaneye getirilir. Biraz iyileşince hava değişimine gönderilmek istenir. O, cepheye gitmek ister. Soğanlıdere'deki asker ağabeyini ziyaret etmek üzere bir günlük izin alır. Ağabeyinin şehit olduğunu öğrenir. İçinde fırtınalar kopar ve o duygularla dönerken Kilitbahir köyüne uğrar. Kaşıkçı Dede'yi sorar birkaç kişiye. 'Burada öyle biri yok' derler. Bir başkası ise; "Yüzlerce yıl önce yaşamış bir evliyanın kabri var. Biz ona Kaşıkçı Dede deriz." der. O mübarek Allah dostunun kabrini gösterirler. Hep beraber dua ederler. Bu arada Ladikli Ahmed meseleyi gönlünde çözer. Artık testiyi de anlar, suyu da."
Koca Seyid
Koca Seyid, 1909 yılında, 20 yaşında askere alındı. Balkan savaşlarına katıldı. Cihan Harbi patlayınca terhis edilmedi. Topçu eri olarak Çanakkale'ye gönderildi.
İri yarı, çok güçlü olan Koca Seyid, burada Rumeli yakasındaki Kilitbahir'in 28'lik Rumeli Bataryası'nda topçu eri olarak vazifeliydi. 18 Mart günü, bulunduğu bataryaya İngiliz gemisinden atılan büyük bir bombayla birliğimiz toptan imha oldu. İçlerinden yalnızca Seyid Onbaşı ile Niğdeli Ali kurtulmuştu. Bir de Yüzbaşı Hilmi. Rumeli Mecidiye Tabyası'nda tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyid ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. "Lâ havle velâ kuvvete illa billah!" (Allah'tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur!) duası Seyid'in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini sırtlaması bir oldu. Demir basamakları ağır ağır tırmandı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyid'in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini değiştiren olayı gerçekleştirmiş ve "Ocean" isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır. Akşama doğru Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, Seyid'in bataryasına geldi ve bu isimsiz kahramanı kutladı. Cevat Paşa, resminin çekilmesini istedi. Seyid ne kadar zorlandıysa da o mermiyi sırtlayamadı. Bunun üzerine tahtadan bir mermi yapıldı. Koca Seyid o mermiyi sırtına alarak fotoğrafçının karşısına geçti.
***
KOCA SEYİD'E NE OLDU?
Pek çok isimsiz kahraman gibi Koca Seyid de vefasızlıklar girdabına sürüklendi. Köyüne döndü. Hamallıkla geçinmeye çalıştı. Bu sıralarda üşüttü ve vereme yakalandı. Adı tarihe altın harflerle geçen kahraman, fakirlik içinde yakalandığı veremden kurtulamayarak sessiz sedasız dünya misafirhanesine veda etti.
Kızı Ayşe Yıkar, "Gençliğimizde hep aç ve sefil bir hayat yaşadık. Annem de zaten aç ve perişan bir hayattan dolayı hastalıktan öldü. Ondan geriye bir şey kalmadı. Zaten bir şeyi yoktu ki." diyordu. (Bkz: Çanakkale'nin Ruh Portresi, İbrahim Refik, Albatros Yay. 0212 519 39 33)
***
Seyid, (Seyit Çabuk) 1889 yılında Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelmişti. Yoksul, topraksız bir köylünün çocuğuydu. Ve Sayı: 223 Bölüm: Çanakkale Destanı
1939'da öyle de öldü.
Nusret Mayın Gemisi ve Cevat Paşa'nın rüyası
İtilaf devletlerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını açmak için teşkil ettikleri İngiliz ve Fransız filolarından müteşekkil büyük armada, 17 Mart akşamı Karanlık Umanı çevresinde son bir defa daha yaptırdığı mayın taraması ile emniyet hissi ve ertesi gün kazanmayı düşündükleri zaferin tatlı hayalleriyle uykuya dalarlar. Oysa uyumayan birileri vardır. Saat gecenin bir buçuğunu gösterdiği zamanda 360 tonluk eski bir tekne olan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını karartmış, ağır ağır, Rumeli kıyısını çok yakından takip ederek sessizce Boğaz'dan aşağıya doğru inmektedir.
Gemi kumandanı Yüzbaşı Hakkı Bey, aldığı emir gereği çok rizikolu bir işe girişmiştir. Sisli ve yağmurlu havanın görüş alanını çok azaltmasından faydalanan Hakkı Bey, duman çıkarmaması için makinelerinin dakika devrini l40'da tutmak şartıyla her 15 saniyede bir mayın olmak üzere poyraz lodos yönünden 26 adet Türk yapımı mayını bu bölgeye döktürür.
BÖYLE BİR PLAN NEREDEN ÇIKMIŞTIR?
Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüya görür. Rüyasında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir: "... Deniz üzerine bak! Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl "Kef" ve "Vav" harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyaya bir anlam veremez.
O sırada Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale, Orhaniye istihkam ve bataryaları düşmanın çok üstün sayıda ve taretler içinde korunmuş çabuk ateşli ve büyük çaplı gemilerin acımasız saldırısı karşısında çoktan susmuş, moloz ve toprak yığını haline geldiğinden savaş dışı kalmıştır.
Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir'den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım'ı hatırlar. Kabri büyük veli Ahmed Cahidi Sultan'ın türbesinin haziresindedir. Az sonra onun mezarı başına geldiğinde rüyasındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses: "... Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe". Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nurânî bir siluet belirir. Adam, Cevat Paşa'nın kolundan tutup sorar:
- Bir derdin mi var?
Cevat Paşa, gördüğü rüyayı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Nur yüzlü adam (Ahmed Cahidi Sultan) cevap verir:
- Nur, zafer işaretidir. Ebced hesabında "Kef" harfi 20, "Vav" da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar...
Bunları söyledikten sonra aniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey'i çağırıp sorar:
- Depolarımızda kaç mayınımız var? Nazmi Bey'in cevabı çok şaşırtıcıdır:
- Elimizde bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var. Alman teknisyenler bunları döşememizi istemediler. Şu anda Boğaz'daki mayın sayısı 377'dir ve hepsi Alman yapımıdır.
NAZMİ VE HAKKI BEY'LE BULUŞMA
Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey'i makamına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz'a paralel olarak tekbir ve dualarla dökülür.
Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret'in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz'ın dibini boylarlar.
Bayram namazında askerimizi örten bulutlar
İlahi yardım müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Bedir'den, Huneyn'e Çanakkale'den Sakarya'ya, oradan Kore'ye kadar birçok sıradışı olay yaşanmıştır.
Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve Allah'ın (cc) bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan'dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir: "Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?" Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:
"Gelibolu'da oturmakta idim. Çanakkale'de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi'nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.
"Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın!" dedi.
Paşanın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yükü okumuştu. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar sohbetini bırakıp ateşten kaçamazlardı. Bu zat o gün orada idi.
Bana dedi ki: "Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!"
12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı'nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes "Allahü Ekber!" deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. Bu ulu kişi askerin karşısında baş kesti; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Hazreti Kur'ân'dan "Fetih Sûresi'nin 1'den 9. ayetine kadar okudu. Sonra iki rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, "La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah" sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? "Allah! Allah!" diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Zığındere'nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen ''La ilahe İllallah" sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak'tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, "Allahü Ekber, Allahü Ekber!" sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi..
Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.
12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak Hazreti Allah'ın emriyle, dört büyük melekten biri olan Mikail Aleyhisselâm tarafından yerine getirilmiştir. Bu olay, Ulu Allah'ın (cc) büyük bir mucizesidir." ( M.İhsan Gençcan, Ç. S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Kore'de de bulutlar askerlerimizi örtmüştü
Kore Savaşı'nın efsane isimlerinden Albay Celal Dora, 1951'de yaşanan bayram namazı hadisesini şöyle anlatıyor:
"6 Temmuz 1951 günü. Ramazan Bayramı'nın birinci günü idi. Bayram namazını ihtiyat bölgesinin ortasında ve etrafı yüksek kavak ağaçları ile çevrili zümrüt gibi yemyeşil büyük çayırlıkta bütün tugayca toplu olarak kılmamızı kararlaştırdıktan sonra içimde bir ürperti hissetmiştim.
Beş bin kişi namazda iken maazallah düşmanın bir uçak filosunun, taarruzuna uğradığımız takdirde ne büyük bir felâkete uğrayacağımızı gözümün önüne getiriyor ve bir türlü gönlüm razı olmuyordu. General Tahsin Yazıcı'ya taburların kendi bölgelerinde ve ayrı ayrı namazlarını kılmalarını teklif ettimse de imam adedinin azlığı yüzünden imkân görülmemişti.
O sabah, hava çok açık ve berraktı. En küçük bir parça bulut dahi yoktu. Birlikler çayırlık bölgeye gelirken onlarla birlikte bir sis tabakası da çayırlık üzerine çökmeye başlamıştı. Cemaat çoğaldıkça bu sis tabakası da kesafet peyda etmiş ve 10 metre ilerisi görünmez bir hâl almıştı.
Bir hikmeti ilâhi bu sis tabakası yalnız kavaklık bölgenin dışında inhisar etmiş ve bu bölgenin dışında kalan sahada sisten hiçbir emâre görülmemişti. Cenâbı Hakk'ın Türk birliğini koruduğunun en büyük nişanesi olan bu sis tabakası içinde namazımızı kıldıktan, duâsını yaptıktan ve bunu müteakip birbirimizle sarmaş dolaş bayramlaştıktan sonra birlikler kendi bölgelerine giderlerken sis de birdenbire ortadan kaybolmuştu.
(Bkz: Celal Dora, Kore Savaşı'nda Türkler, 1950-1951, İstanbul, 1963)
Düşmanın meşhur Golyat adlı zırhlısının batırılması olayında da ortalığı bir anda kaplayan sis Osmanlı askerlerinin çok işine yaramıştı. Haince saldırılar planlayan Golyat, bu şekilde teslim alınabilmişti. Golyat'in batırılması karşısında da General Hamilton hüsranla şu satırları yazmıştı: "Dün geceki kesif sis sırasında, bir Türk torpidobotu, Çanakkale Boğaz'ından sızıp Golyat zırhlısını torpidoladı. Düşman madalyayı hak etti. Kahrolsunlar!"
Sadece bulut olayları değildi meydana gelenler. İngilizler yön bulmak için kullandıkları pusulalarında bile zaman zaman akıl almaz oynamalar görüyor ve ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Örneğin John Hargrave adlı İngiliz subayının verdiği raporda, elindeki pusulanın sık sık yön değiştirdiği ve aynı anda birçok yeri kuzey olarak gösterdiği yazılıdır. Üç Anzak istihkam askerinin yemin ederek ve Anzak Sahra Birliği'ndeki diğer 19 arkadaşlarını da şahit göstererek anlattıkları "Düşman yutan bulut" hadisesi şu şekildedir: 267 kişilik Norfolk Kraliyet Taburu, Alçıtepe'den bir önceki tepe olan 60. tepeye doğru rahat bir şekilde ilerler. Havada soluk renkli bulutlar vardır. Bu bulutlar saatte 6 veya 8 km. hızla esen rüzgâra rağmen sabit bir şekilde durmaktadırlar. Bunlardan yaklaşık 250 m uzunluğunda 60'ar metre eninde ve 60 m yüksekliğinde olan bir bulut tepeyi kaplamıştır. Norfork Kraliyet alayının subayları ve askerleri bulutun içine girmeye başlarlar. Son asker de girince bulut yükünü almış bir uçak gibi havalanmaya başlar. Havadaki diğer soluk renkli bulutlarla birleşerek kuzeye yani Trakya tarafıa doğru gider. Savaş sonrasında bu 267 kişilik alayın bir tek ferdine bile -ne ölüler arasında ne de esirler arasında- rastlanamamıştır.
İstanbul'daki Çanakkale şehitleri de ziyaretinizi bekliyor!
Çanakkale savaş alanlarına ve şehitliklere çok güzel bir akın var. Anadolu'dan Trakya'dan otobüs dolusu binlerce insan her yıl şehit ecdatlarının kabirlerini ziyaret için Çanakkale'ye doğru yola çıkıyor. Çoluk çocuk, genç yaşlı yüzbinlerce insan her yıl bu ziyareti yerine getiriyor. Ama diyorsunuz ki, ne sağlığımız, ne de imkanlarımız böyle bir ziyareti yapmaya imkan tanıyor. Tamam. Ama eğer özellikle İstanbul'da oturuyorsanız Çanakkale şehitlerini ziyaret şansınız yine de var. "Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle; Çanakkale Savaşları sırasında binlerce yaralı, hastane gemileriyle ve karayolundan da çeşitli vasıtalarla hep İstanbul'a taşındı.
Çanakkale Savaşları'nda İstanbul, büyük bir hastane gibi hizmet verdi. Kadıköy yakasındaki koca Selimiye Askeri Kışlası bile hastane olarak kullanıldı. Yarası ağır olup da iyileşemeyenler burada şehit oldu ve büyük çoğunluğu Edirnekapı'daki şehitliğe gömüldü. Şehitliğin olduğu bölüme de Çanakkale Savaşları'nın ve destansı zaferlerin anısına büyük bir anıt dikildi. Mehmed Âkif Ersoy merhum da bu şehitlerle polis şehitleri arasındaki bölümde medfundur.
***
22 BİN ŞEHİT İSTANBUL'DA
Edirnekapı'daki şehitlikte 22 bin Çanakkale şehidi yatıyor. Edirnekapı şehitliği kültür tarihçisi araştırmacı-yazar-yapımcı Talha Uğurluel'in ifadesiyle adeta "Küçük Çanakkale"dir. Ecdadını ziyaret etmek isteyenler Edirnekapı'ya gidebilirler. Belki de dedelerini burada bulacaklar. Mesela bizim son ziyaretimizde de öyle oldu. Zaman Gazetesi Kültür Servisi'nden Ahmet Doğru Bey, kitabelerdeki isimleri okurken Bandırmalı "İbrahim oğlu Recep" adını görünce "A, bu büyük ninemizin bahsettiği Çanakkale'ye gidip de dönmeyen aile büyüğümüz olmalı." deyiverdi. Memleket ve isimler uyuyordu. Siz de böyle sürprizlerle karşılaşabilirsiniz.
***
İLAHİ İKRAM KÜÇÜMSENEBİLİR Mİ?
Çanakkale'de savaş esnasında yaşanan sayısız fevkalade hadiseden başka savaş sonrasında da pek çok olağanüstü hadise vukû bulmuştur. Cesedi bozulmamış şehitlerimiz, tüfeğini bırakmayan askerimiz, akşamları görülen nöbet mangası, daha neler neler. Bugün bu manevi hâlden yoksun bazıları bunları, "hurafe" olarak yansıtmaya çalışıp, insanımızın maneviyatını bozmaya çalışıyorlar. Savaştan sonra ortaya çıkan bu ilahî tecellilerin en önemli hikmeti, "Ve'd-Duha" suresinde ifadesini bulan "Rabb'imizin bizi terketmediği ve yolunda gidersek de terketmeyeceği"ni ifade etmesidir. Biz Çanakkale'de şahlanan rûhu canlı tuttukça ilahi nusret de her zaman milletimizin üstünde olacaktır.
***
EDİRNEKAPI'DAKİ "MEÇHUL ASKER"
Karayolları idaresi, şehrin çevre yollarının yapımına başlamış. Hazırlanan plana göre yollardan biri de Edirnekapı Şehitliği'nin ön kısmından geçecek. Yol çalışmaları öncesinden yolun geçeceği yerlerdeki mezarlıklarda nakil işlemleri yapılacak. Yol geçen yerlerdeki mezarlara sahip çıkan olursa gelip "kendi ölüsünü nakledecek, kimsenin sahiplenmediği mezarlar ise buldozerin acımasına bırakılacak. Gelin olayı, o yıllarda 17. Bölge Müdürlüğü l. Grup Şefliği'nde inşaat sürveyanı olan Kütahya Emetli Ahmet Yenel'den dinleyelim:
"Çevre yolu ve tünelinin geçiş yapacağı istikamette, Edirnekapı Mezarlığı bulunmakta, -ne tevafuk ki- Çanakkale şehitlerinin gömülü kısmı da tam yolumuzun üzerinde; mecburen, mezarları açıp şimdiki şehitliğe nakledeceğiz.
Bir gün, ölüler arasında elbise ve vücudu nokta kadar bozulmamış bir subay çıktı karşımıza. Tam uykuya dalmış bir kişi; pantolonunun iki yanında kırmızı dikişi vardı. Gözleri yumuk, sanki bize gülüyordu. Öyle bir hali vardı ki; 'benim canım yok olmadı, öbür dünyada bile olsa ben böyleyim' der gibiydi. Olay cuma gününe denk gelmişti. Aynen elbiseleri ile tabuta yerleştirip camiye götürdük. Namazını kılarak tekrardan bu günkü yerine diğerlerinden ayrı olarak gömdük. İnceleme sırasında isminin Mülazım Yusuf olduğu tespit edilmişti. Ama, mezar taşına ismi yazılmamış." (Bakınız: Çanakkale Savaşları, Talha Uğurluel, sf: 235)
Taşının üzerinde şu ifade yer alıyor: "1971 yılında şehitlikteki tünel inşaatının yapımı esnasındaki kazılarda meçhul asker elbiseleriyle birlikte bütün olarak bozulmadan bulunmuştur ve buraya bulunduğu şekliyle defnedilmiştir. Ruhu şadolsun." Bu meçhul askerin mezarı polis şehitliğinin içindedir.
Emri vakiyle savaşa sokulduk
MUSTAFA AYDIN 1. dünya harbine girişimiz, savaşlardaki durumumuz ve müttefiklerin tavrı ilginçtir. Mehmed Akif, müttefikimiz olan Berlin'de kilise çanlarının sevinçle Mısır bölgesinde kaybedişimiz için çaldığını anlatır.
Almanya'nın ve Alman politikasına râm olmuş İttihatçı politikacılarımızın ferasetsizliğiyle dönemin Başbakanı Said Halim Paşa'nın bile haberi olmadan 1. Dünya Savaşı'na dahil oluverdik. Goben ve Breslaw adlı gemilere Yavuz ve Midilli adları verilip, Türk bandırası çekilip, Alman askerlerine de Türk askeri kıyafetleri giydirilip Sivastopol şehri bombalatıldı. Bu tam bir emri vakiydi. Başkalarının hazırladığı bir senaryoya, ister istemez girmek ve istikbalinin bütün mayasını ve kaymağını kaybetmek durumunda kalmanın sonucu çok korkunç oldu. Bu öyle bir maceraydı ki, o güne kadar nice bâdireleri atlatmış bir imparatorluk sonunda ortadan kalktığı gibi geride kalan evlatları için bile bir avuç vatan toprağı çok görülmüştür.
Çanakkale savaşları Birinci Dünya Savaşı'nın diğer cephelerinde olduğu gibi tam bir trajedi savaşıdır. Çıkışı itibarıyla büyük devletler için bir "paylaşım savaşı" hüviyetinde olduğu için bölge halkları açısından kazananının olması düşünülemez.
Sarıkamış, Sîna, Filistin ve Suriye cepheleri tam bir fâcia olmuş, güya birlikte savaştığımız Alman ordusu ve subayları bizi birçok yerde hezimete uğratan kararlara imza atmışlardır. Bu öyle bir müttefiktir ki, Osmanlı, Kudüs'ü İngilizler'e kaybettiğinde bizim siperlerimizde hadiseyi sevinçle karşılamıştır. Bakınız o günlerde Berlin'de resmi görevle bulunan merhum Âkif, bu durumu nasıl anlatıyor:
"Bir gün Berlin'de gezerken birden bire kilise çanları gümbür gümbür çalmaya başladı. Çan sesleri her yanı inletiyordu. Bütün halk art arda ve kulakları patlatırcasına coşkuyla çalan bu kilise çanlarının, büyük bir zaferin habercisi ve müjdesi olduğunu anlamış ve sokaklara dökülmüştü. Biz de sevindik ve dedik ki: 'Herhalde Almanlarla beraber itilaf devletlerine karşı bir cephede zafer kazanmış olmalıyız ki, kilise çanları bu zaferi kutluyor olmalı.' Ancak biraz sonra olayın mahiyetini öğrendiğimizde, bütün heyet üyeleri olarak küçük dillerimizi yutacak kadar hayret ve şaşkınlık içinde şok olmuştuk. Evet bu kilise çanları, meğer Mısır bölgesinde ve Kanal cephesinde İngilizlerin, dolayısıyla Hıristiyanların, Müslüman Türklere, yani bize karşı kazandığı zaferin Alman halkına müjdesini haber vermekteymiş..."
***
İlk saldırılar başlıyor
* Henüz Osmanlı Devleti'ne resmen savaş ilan etmemesine rağmen, İngiliz donanması 3 Kasım 1914'te ilk saldırılarını yaptı. Seddülbahir ve Kumkale istihkamlarımızı bombaladı ve Mesudiye zırhlımızı batırdı. İtilaf devletleri bu olaydan ancak iki gün sonra 5 Kasım 1914'te resmen savaş ilan etmişlerdir. Asıl Çanakkale Boğaz'ına düşman donanmasının ilk hücumu ise 19 Şubat 1915'te meydana gelmiştir. Bu ilk harekât, şiddetli bir bombardıman şeklinde olmuştur.
* 25 Şubat 1915'te ikinci saldırı gerçekleşti ve düşman bu saldırı sonucunda, bir grup askerini karaya çıkarmaya muvaffak olmuşsa da, daha sonra askerini geri çekmek zorunda kalmıştır.
* Üçüncü saldırı ise, 4 Mart 1915'te gerçekleşti. Böylece 19 Şubat'tan 10 Mart'a kadar süren, bu düşman saldırılarını, bir ön yoklama ve keşif harekâtı olarak da değerlendirmek mümkündür. Düşmana göre; zaten zayıf olan Türk barajının bu saldırılarla sarsıldığı ve çatladığı anlaşıldığından, artık genel bir saldırı sonucunda hiç zorlanmadan boğaz, geçilebilir, Çanakkale barajı aşılabilir ve ilk hedef İstanbul üzerine yürünebilirdi. "Harbin başından itibaren Osmanlı Devleti'nin bütün erkek nüfusunun askere alınması hızla tatbik edildi. 1915 Kasım'ında Türk kuvvetleri 52 fırkaya çıkarıldı. Böylece orduda artık 640 bin asker, 228 bin hayvan, bin 247 seyyar ve 520 kale topu vardı.
* Çanakkale savaşlarında ve ondan önce Sarıkamış'ta Türk ordusu çok kayıp vermişti. Savaş bölgelerinde askeri ve sivil halkı en çok tifo ve tifüs gibi bulaşı ve öldürücü hastalıklar kırıyordu. Ordu için bütün mesele yeter derecede harp malzemesi ve askere giyim temin etmekti. Yokluk ve yoksulluk her tarafta kendini hissettiriyordu. Elde engel yapacak ne dikenli tel, ne de sığınak yapacak yeterli kereste vardı. Kazma, kürek gibi tahkimat malzemesi dahi yoktu. Alman Binbaşı Mülhman'ın raporuna göre durum şöyleydi:
* "Erat için istenen sayıda hâkî üniforma bulunamamıştı. Bu erler kendi giysileri ile hizmet etmek zorunda kalmışlardı. Birliklerin büyük bölümü kaputsuzdu. Eratın pek çoğu çarık giyiyordu, hatta yalın ayak yürüyenler vardı. Köyünden kentinden getirdiği eşya kullanılmış ve yenilemek imkanı bulunamamıştı."
* Çanakkale siperlerinde Kur'an okuyan erlerimizi gören Fransız gazetecisi, hayretle yanında bulunanlara bu askerlerin ne yaptıklarını soruyor. Bu soruya karşılık deniyor ki: "Bu askerler Kur'an okuyor. Biraz sonra hücuma kalkacaklar." Bunun üzerine Fransız gazeteci İstanbul'a doğru dönecek ve Padişah'a şöyle seslenecektir:
* "Senin böyle iman dolu erlerin oldukça fütûr getirme!" (Geniş bilgi için bkz. Destanlaşan Çanakkale, Mustafa Turan, Papatya Yay. İst. 2005)
***
Gelibolu'da can pazarı yaşandı
Sırf Çanakkale'de "en az" 253 bin şehit verilmişti. Küçücük bir kara parçasında bir insanın kaplayacağı alan olan bir metrekareye tam 6 bin adet mermi düşmüştür. Çanakkale'de "savaş"tan değil savaşlardan bahsediyoruz. İkiye ayırırsak deniz ve kara savaşları olarak ifade edebiliriz. 25 Nisan'da İngiliz, Fransız, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya ait düşman kuvvetlerinin çıkartma harekâtıyla başlayan kara savaşları o andan itibaren Gelibolu'yu tam bir cehenneme çevirmiştir.
***
Kuvvet dengesizliği had safhadaydı
Çanakkale'de savaşan kuvvetler arasındaki dengeye bakıldığı zaman, çok büyük bir tezat olduğu görülecektir. Çünkü düşman kuvvetleri, bölgeye 18 zırhlı, 12 kruvazör, 27 muhrip, 506 top, 12 denizaltı, 1 uçak gemisi, 1 balon gemisi, 36 mayın gemisi, 2 hastane gemisi, 87 nakliye ve 222 çıkarma gemisi ile 42 uçaktan ibaret savaş malzemesi ile İngilizler 400 bin asker (Avustralya ve Yeni Zelanda (Anzak), Kanada, Hindu, Yunan ve Yahudi birlikleri buna dahildir), Fransızlar da 80 bin askeri yığmışlardı.
Bu durumda, dünyanın emsali görülmemiş mümessilleri sayılan ve yenilmezlikleriyle öğünen İtilaf güçleri karşısında, görünüşte, değil zafer kazanmak, zaferi aklının ucundan geçirmek dahi hayal gibi görülmektedir.
Yeterli top yoktu. Türk ordusunun, imkânları sınırlıydı. Topu, tüfeği sayılıydı. Mehmetçik yarı açtı. Hatta top yetersizliğinden, düşmana çok görünmesi için "soba borularıyla/dökme bacalarla" top görüntüsü verilmişti. Şimdi çok basit gibi görünen kum torbası dahi yeterli değildi. Bazen İstanbul'dan gönderilen birkaç yüz kum torbası, kum doldurulacak yerde askerlerimizin harap olmuş ve parçalanmış elbiselerinin tamirinde kullanılacaktı. Çanakkale'de silahla iman çarpışmıştır. Ve çelik, iman gücüne boyun eğmiştir.
"ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!"
18 Mart 1915 günü, İtilaf devletleri donanması 18 savaş gemisiyle saat 10.00'da Boğaz'ı yarıp geçmek üzere girmeye başladılar. İlk ateşi Triumph zırhlısı, Çanakkale'ye 12 km. mesafedeyken saat 11.15'te açtı. Savunma planımıza göre, gemiler topçularımızın ateş menziline girinceye kadar pusuda bekleyecek ve baskın tarzında ateş açılacaktı. Nitekim böyle yapıldı. Düşman; yaklaştıkça, topçularımızın giderek yoğunlaşan isabetli atışlarıyla karşılaşıyordu. Saat 12.00'ye geldiğinde orta kesimdeki 3 tabyamız ağır hasar almış; ama ayakta kalan diğer topçularımızın hedefini şaşmayan mermileri Agamemnon zırhlısının çelik yeleğini parçalamış, Inflexible zırhlısının komuta köprüsü uçurulmuş ve bu arada düşman donanması Çanakkale'ye 7 km. kadar sokulmayı başarmıştı. Savaşın en şiddetli anları yaşanıyordu. Türk topçuları Boğaz'ı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı şeridindeki mevzilerimizi hallaç pamuğu gibi atıyor, kıran kırana bir savaş oluyordu. Bu sırada Fransız Gaulois zırhlısı aldığı ağır yaralarla saf dışı kalmış, Bouvet zırhlısı yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken, bir gece önce Nusret Mayın Gemisi'nin Boğaz'a döşediği mayınlara çarparak 639 personeli ile birlikte karanlık limanın sularına gömülerek kayboluyordu. Bouvet'in imdadına koşan Suffren ve Gaulois de aynı akıbete uğramıştır. Saat 15.00'te Irresıstible ve onu takiben 16.00'da Inflexible ve 10 dakika sonra Ocean zırhlıları, tam ileri atılacaklarken onların da ayakları mayınlara takılarak batarken, Inflexible güçlükle kurtularak römorkör yedeğinde İmroz'a dönüyordu. Böylece 6 saatte 3 büyük zırhlısını kaybeden, bir bu kadarı da ağır hasara uğrayan gemilerini acıyla seyreden Amiral De Robeck, kalanları kurtarabilme telaşıyla saat 17.30'da boynu bükük olarak "çekilme" emrini veriyordu. Bu, "Biz dünyanın en büyüğüyüz!" diyen ve gururundan geçilmeyen dönemin büyük savaş güçlerinin burnunun feci bir şekilde sürtüldüğü bir gündü.
***
Kara savaşları da zaferlerle sonuçlandı
Boğazları denizden geçemeyen ve perişan olan yenilmez İngiliz armadasının kumandanları bir kez de büyük bir yığınakla karadan geçmeyi denediler. Özetleyecek olursak, 25 Nisan'da Arıburnu'na (Anzak Koyu) yapılan ilk çıkartmanın ardandan İngiliz, Fransız, Kanada, Avusralya, Hindistan, New Foundlan devletlerinden oluşan işgalci güçler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda yeniden saldırıya geçti ve Suvla kıyılarına baskın halinde çıkarma yaptı. Mustafa Kemal'in inisiyatif kullanmasıyla ve şahsi gayretleriyle başlatılan süngü hücumunun peşi sıra düşman, siperlerinde bastırıldı ve ağır kayıplar verdirilerek geri püskürtüldü. Kuzey Grubu Kumandanı Mehmed Esat Paşa ve savaş içinde Anafartalar Grubu Komutanı olan Mustafa Kemal liderliğinde 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferi kazanıldı. Bu savaşlardaki Osmanlı askerinin fedakârlığı ve cengaverliği tarihe geçecek niteliktedir. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta da 2. Anafartalar Zaferi takip etti. Başlangıçta 3 gün içinde Çanakkale Boğazı'nı geçeceklerini sanan İtilaf devletleri bunu başaramadığı gibi çok ağır kayıplar vermiş oldu.
|