bozkir.net Bozkir Forum Arsivi 18 Nisan 2024 - 06:41 *
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz
Duyurular:
Mesaj yazmaya başlamadan önce Forum Kurallarını Okuyunuz.
 
 
Sayfa: [1]   Aşağı git
Gönderen Konu: Tarihi gerçekler  (Okunma Sayısı 5134 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
mehmetsayin
Süper Aktif Üye
***
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1298



« : 15 Şubat 2009 - 12:29 »



                         Adaları Monşerler kaybettirdi

Bundan 62 yıl önce 15 Şubat 1947'de tam olarak 390 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmış olan Rodos ve 12 Adalar, resmen Yunanistan'ın egemenliğine geçti. 
 
 
 
Trablusgarp Savaşı'nda İtalyanlara geçici olarak bırakılan Rodos ve 12 Adalar, “Monşerlerin” Lozan'da bu konuyu gündeme dahi getirmemeleri nedeniyle İtalyanlara terk edilmişti. 1947 yılında ise ABD ve İngiltere'nin adaları almamızı teklif etmelerine rağmen İsmet İnönü kabul etmemişti. Yine Limni Adası da Monşerlerin “unutkanlığı” nedeniyle kaybedilmişti. Çanakkale Boğazı'nı kapattığı için müzakere dahi edilmeden bize teslim edilen Limni Adası, alt komisyonun kayda geçirmemesi nedeniyle Yunanistan'a bırakılmıştı. İngiliz başmurahhası Lord Curzon dahi bu duruma şaşırmış ve uyarmak ihtiyacı hissetmişti.

CHP VE İNÖNÜ ZİHNİYETİ 12 ADAYI BÖYLE KAYBETTİRMİŞTİ
Türkiye'nin yakın tarihinin en dramatik olaylarından biri olan Ege adaları, dönemin Cumhurbaşkanı ve CHP'nin değişmez Genel Başkanı ‘Milli Şef' İsmet İnönü'nün eliyle Yunanistan'a verildi. 1912'de Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanlarca işgal edilen ve Lozan Anlaşması'yla İtalyanlara bırakılan adalar, Türkiye'nin Ege'deki karasuları içerisinde bulunmasına rağmen “monşer”lerin marifetiyle kaybedildi. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu Türk heyetinin Lozan'da İtalyanların egemenliğine bıraktığı adalar, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edildi. Savaş sonrasında İtalyanların yenilmesiyle Türkiye'nin geri alabileceği adalar, 1947'de ‘Milli Şef' İsmet İnönü ve CHP'nin Türkiye'ye yaşattığı en büyük yenilgilerden biri olarak tarihe not edildi. İtalyan ve Alman işgaline uğrayan ve savaştan yenik çıkan bu ülkenin adaları terk etmesiyle Türkiye'ye teklif edilen adalar, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından inanılmaz bir şekilde kabul edilmedi.

İNÖNÜ ÖNCE KAPTIRMIŞ, SONRA ÜZÜLMÜŞ
Rahmetli Ahmet Kabaklı “Temellerin Duruşması” adlı eserinde 12 Adalar, Rodos, Kerkük ve Musul'un kaybedilişi ile alakalı olarak TBMM'de bir oturumda İsmet İnönü'nün “Aslında yanlış yaptık. Bugün bu toprakların kaybedilişinin üzüntüsünü yaşıyorum” dediğini aktarıyor. Tarihçi Yazar Sadık Albayrak da adaların kaybedilmesinin o dönemdeki dünya konjonktüründen kaynaklandığını belirtere, “Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkamayan bir ülke 12 adaya da sahip çıkamamıştır” dedi.

MONŞERLER “ADAYI” KAYDA ALMAYI UNUTTULAR
Oniki Adalar dışında, Yunan işgalindeki adalar konusunda çok ilginç bir “Monşer unutkanlığı” daha yaşanmıştı. Lozan'da Çanakkale Boğazı'nı kapattığı için müzakere dahi edilmeden bize teslim edilen dört adadan biri olan Limni Adası, alt komisyonda “Monşerlerin” kayda geçirmeyi unutması üzerine Yunanistan'a bırakılmıştı. İngiliz Başmurahhası Lord Curzon dahi bu duruma şaşırmış ve uyarmak ihtiyacı hissetmişti. Dr. Rıza Nur bunu hatıralarında şöyle naklediyordu: “Komisyonda Limni bizim müşavirler tarafından unutulmuş. Lord Curzon, komisyon celsesinde bu sebeple bizimle alay etmiştir. Hakkı var. Kendi menfaatimiz hususunda büyük bir gaflet edilmiş idi. Bu müşavir de Tevfik reisicumhur katibi idi.” Bu nedenle, Yunanlılar mağlup geldikleri Lozan'dan Londra Antlaşması'nın adalar konusundaki hükmünü heyetimize kabul ettirerek ayrılmayı başarmışlardı. Bu hükümle Sevr'de Türkiye'ye bırakılan adaların sayısı üç iken Lozan'da bu sayı İmroz ve Bozcaada olmak üzere ikiye düşmüş oldu.

YENER DÖNMEZ
 
Kayıtlı

Dostlukların kurulması zor Kalplerin kırılması kolay
M. Sayın

Toplumsal hayatta en yararlı erdem hoşgörüdür. Dale Carnegie

İnsanların renkleri ayrı olsada göz yaşları aynıdır
mehmetsayin
Süper Aktif Üye
***
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1298



« Yanıtla #1 : 16 Şubat 2009 - 17:20 »

Yazmış olduğu"Ayasofya". isimli şiiri yüzünden tutuklanarak Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan Osman Yüksel Serdengeçti' nin kendini müdafaa ederken: "Müddei umumi(savcı) tepeden verilen emirlere göre hareket ediyor. Ayasofya`nın tekrar cami haline yetirilmesinde benim ne gibi hususi maksadım ve menfaatim olabilir? Ayasofya'yı kiraya mı vereceğim, yoksa imamı mı olacağım? Beni bu yazıdan dolayı Türk savcıları değil, Yunan savcıları itham etsin. Böyle bir yazıyı yazdığımdan dolayı kendimi müdafaa etmekten utanıyorum ." diye hayıflanarak cevap verdiğini biliyor muydunuz?
 
 
Kayıtlı

Dostlukların kurulması zor Kalplerin kırılması kolay
M. Sayın

Toplumsal hayatta en yararlı erdem hoşgörüdür. Dale Carnegie

İnsanların renkleri ayrı olsada göz yaşları aynıdır
mehmetsayin
Süper Aktif Üye
***
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1298



« Yanıtla #2 : 24 Şubat 2009 - 23:03 »



               

                    Osmanlı, Cumhuriyet Türkiyesi’ne borç mu yoksa servet mi bıraktı?

 

Osmanlı ile ilgili şayialardan biri de “Osmanlı’dan kalan borçları Cumhuriyet Türkiye’sinin ödediği” yolundaki söylentidir. Gerçek şu ki, “Osmanlı Türkiyesi” “Cumhuriyet Türkiyesi”ne devrettiği borçları rahatça karşılayabilecek bir meblâğ da bırakmıştır. Yani Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı para miktarı, ödemek zorunda olduğu Osmanlı borçlarından fazladır.

 

Hemen belirteyim, yakın tarih konusunda vicdanlar hâlâ özgür değil. Bir taraftan yasaklar sıkıştırıyor, öbür taraftan hepimizin üzerinde tek taraflı bir propagandanın baskısı var.

Her türlü devlet imkânıyla donanmış resmi tarih tezi ile özgür tarih anlayışı soluk soluğa çatışıyor. Bu kavga ortamında gerçeklerden ziyade spekülasyonlar konuşuluyor.

Din ve tarih dâhil, her şey bir ikilem içinde ele alınıyor Türkiyemiz’de. Bu yüzden hem her şey muğlak kalıyor, hem de tartışmalar çabucak kavgaya dönüşüyor…

İdeolojinin (rahmetli Cemil Meriç’in deyişiyle, “deli gömleği”) tuzağıdır bu toplumlara; biz galiba böyle bir tuzağa düştük!

Aslında tarih, resmi mülâhazaların giremeyeceği iki alandan (ilki din) biridir. Ne hazin ki en çok bu alanlara girmiş, görüş bildirmiş, hükümler vermiştir… (Ord. Prof. Enver Ziya Karal bile bu gerçeği açıkça itiraf etmekten kendini alamıyor)

Sadece totaliter rejimlerde rastlanabilen bu anlayış, Türkiye Cumhuriyeti’nin yakasını hiç bırakmamıştır…

Tabii “ifrat”, “tefrit”i doğurmuş. Her ifrat kendi alternatifini üretmiş. Meselâ, “resmi tarih”in (ki ders kitaplarında somutlaşır) “Kızıl Sultan” dediği Abdülhamid Han, alternatifinde “Ulu Hakan” olarak selamlanmış, resmi tarihin “vatan haini” ilan ettiği Sultan Vahdettin, (doğrusu Vahidüddin) “büyük vatansever” olmuştur.

Etraflarında saflaşmalar meydana gelmiş, iki tarafın bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmuş fanatikleri, tarihi kişilerle olaylara salt tarih ilmi açısından yaklaşan dürüst tarihçiyi konudan uzak tutmuş, dolayısıyla gerçek Abdülhamid’le gerçek Vahdettin, tarihimizin diğer bazı “gerçek”leri gibi, kaynayıp gitmişti.

Tarihe siyaset karıştırmanın, tarihi, güncel ideolojik çatışmaların kaynağına dönüştürmenin böyle mahzurları oluyor… Ve bu mahzurlarla malul hale gelmiş milletler bir türlü dirilemiyorlar. (Faşist ve komünist ülkeler örneğinde görüldüğü gibi).

Güncel siyasetin icabatından tarihe bakma alışkanlığı, açıkça ifade etmeliyim ki, tarihi kirletmiştir. Osmanlı’nın hem kuruluş, hem de yıkılış devresini siyasi iktidarların arenası yapmıştır. Siyasi beklenti gerçeğin önüne geçtiği için de maalesef gerçek güme gitmiş, uydurma şayia ve efsaneler gerçeğin yerini almıştır.

Bu şayialardan biri de “Osmanlı’dan kalan borçları Cumhuriyet Türkiye’sinin ödediği” yolundaki söylentidir.

 

Gerçek bunun neresinde?

Gerçek şu ki, “Osmanlı Türkiyesi”, “Cumhuriyet Türkiyesi”ne devrettiği borçları rahatça karşılayabilecek bir meblâğ da bırakmıştır.

Yani Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı para miktarı, ödemek zorunda olduğu Osmanlı borçlarından fazladır.

Çünkü borçların toplam tutarı o günkü parayla 150 milyon lira, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan nakit para tutarı ise 161 milyon liradır.

Bu miktar, kâğıt para bazında (bozuk paralar hariç), ödenmesi gereken borçtan tam 11 milyon lira fazladır.

Açıkçası Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarını Osmanlı hazinesinden devraldığı paralarla ödemiş, ayrıca 11 milyon lira kâr sağlamıştır.

Üstelik kalan meblâğ nakit, ödenecek borç ise taksitlendirilmiştir. (Borcun faiz ödemelerine 1929’da başlanmış, ne yazık ki, o yıllarda Cumhuriyet Türkiye’sinin devlet ekonomisi iflasa sürüklenmiştir. Çaresiz ödemelere ara verilmiş, ardından alacaklı devletlerle görüşmeler başlamış, bu görüşmeler 1932’ye kadar sürmüş, 1933 yılında ise borcun düzenli olarak ödenmesine başlanmıştır.)

Düzenli ödeme 1954 yılına kadar devam etmiştir.

Yani Osmanlı borçları, Adnan Menderes’in Başbakanlığa geldiği Demokrat Parti iktidarı döneminde uygulanan ekonomi-politika sayesinde dışa açılan Türk ekonomisinin bulduğu kredilerle kapatılmıştır.

Yani Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan 11 milyon Türk Lirası, ekonomiyi bilen yöneticilerin elinde kalkınmanın dinamosu olarak kullanılabilseydi, Türkiye iflasını ilan etmek zorunda kalmaz, en azından ekonomisini Nazi Almanyası’na endekslemezdi.

Tabii siz Atatürk dönemi Türkiyesi’nde ekonominin tümüyle bağımsız ve bağlantısız yürüdüğünü pompalayan ideoloji kaynaklı sıkı propagandanın etkisiyle feryad-u figân edebilirsiniz. Bunu yapabilirsiniz, ama tarihi gerçekleri değiştiremezsiniz.

Hatırlanması gereken bir nokta da, borç ertelemeleri (kalan 11 milyon liranın ne olduğunu, nerelerde kullanıldığını bilmiyoruz) ile birlikte dış kredi itibarımızın sıfırlandığıdır.

O kadar ki, İngiltere, Türkiye’nin İngiltere’de tahvil satmasını yasaklamıştır (1920). İsmet Paşa’nın başbakanlık yaptığı Türk hükümeti çaresizlik içinde ABD’ye başvurmuş, ne var ki, Avrupalı tahvil alacaklılarının bastırması sonucu geri çevrilmiştir.

 

İflas noktasına nasıl gelindi?

Malum, 1929 yılında da bir “global ekonomik kriz” vardı. Bu yüzden büyük bir daralma sözkonusu olmuştu. Bu durum Türkiye’nin 1930-1934 aralığını fena halde etkilemiş, Türk Lirası büyük ölçüde değer kaybına uğramış, ihraç ürünleri (tabii hepsi tarıma dayalı) elinde kalmıştı.

 Köylü tümüyle dibe vurmuş, tarım ürünü ihraç eden ihracatçıların büyük bölümü iflâsa sürüklenmişti.

Zaten çok fakir olan Türkiye, bu dönemde müthiş bir gelir kaybına uğradı. Ekonomi felç oldu.

Ama enflasyon sıfırdı, çünkü para yoktu, para olmadığı için de ticari hareketlilik (alışveriş) yoktu. Doğal olarak da enflasyon olmuyordu.

Türk Lirası, ilk kez bu dönemde dolara endekslendi.

Aynı dönemde Fransa ile bir nevi takas ticareti (kliring) denendi. Ardından Hitler rejimiyle Türkiye Cumhuriyeti arasında, 1934-1939 yılları arasında sıkı bir ekonomik işbirliği yapıldı. O günkü devlet yöneticilerimizin fotoğraflarına dikkatlice bakarsanız, Hitler Almanyası’yla bu içli-dışlı yakınlaşmanın izlerini yüzlerinden bile görebilirsiniz: Hemen hepsi “Hitler bıyığı” bırakmış, hatta saçlarını Hitler gibi taramışlardır…

Bu görüntü Hitler rejimine yakınlığın suratlara yansıyan izleridir!

 

Bazılarına çok ters gelecek ama…

Bazılarına çok ters gelebileceğini, hatta bu yüzden saldırılara maruz kalıp mağdur olabileceğimi bilerek söyleyeceğim ki, o günlerin Türkiye’sinin “ekonomik bağımsızlığı” şöyle dursun, tam tersine, ekonomik anlamda tarihin hiç bir döneminde (Selçuklu-Osmanlı dönemi dâhil) görülmemiş ölçüde emperyalist dış güçlere bağımlıdır!

Üstelik bu değerlendirme sadece benim değil, Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel “Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950, Tarih Vakfı Yay. 1994)" başta olmak üzere, pek çok iktisatçının değerlendirmesidir.

Dr. Tezel daha da ileriye giderek şöyle diyor:

“Türkiye’nin dış ticaretindeki genişleme, Nazi Almanyası’nın uluslararası düzeyde iktisadî güç kazanmasıyla ilişkilidir. Almanya’nın Balkanlar ve Ortadoğu’da güttüğü ticarî genişleme politikası nedeniyledir ki, Türkiye, Büyük Buhran’ın sıkıntılarını yaşayan liberal metropollerin Türk ihraç mallarına talebinin zayıfladığı bir dönemde, ihracat hacmini artırabilmiştir.”

Yani bize propaganda edildiği gibi, Atatürk-İnönü dönemi “Her anlamda bağımsız ve bağlantısız olduğumuz bir dönem” değildir.

Almanya adım adım içimize girmiş, 1930’un sonuna kadar Türkiye’nin ticaret hacminin hemen hemen yarısını kendine yönlendirmiştir.

 

“Alamancı” Türkiye

Bu sebeple, 1929’da yüzde 15 olan toplam ihracatımız içinde Almanya’nın payı 1934’te yüzde 39’a, 1935-1938 ortalamasında yüzde 44’e çıkmıştır.

Türkiye aynı dönemde Almanya’dan hem silah ve askeri mühimmat almış, hem de tüm askerî örgütlenme ile donanımlarında Almanya’ya bağımlı hale gelmiştir.

1939’da bu bağımlılık muazzam boyutlara ulaşmış, ithalatta yüzde 51, ihracatta yüzde 37’yi bulmuştu.

Almanya kurnaz davranıyordu. Sonraki projelerinde, yani dünya istila emellerinde Türkiye’ye de rol vermek için kesenin ağzını açmıştı. The Economist Dergisi’nin 5 Ağustos 1939 tarihli sayısında yayınlanan bir hesaba göre, Almanya Türkiye ile ticaretinde zarar etmeyi dahi göze almış ve bu amaçla Türkiye’den yüksek fiyatla mal alıp ucuz fiyatla mal satmıştı.

Sadece 1938 yılında, Türkiye’ye bu yolla tam 8 milyon Türk Lirası tutarında bir ekonomik yardım yapmıştı. Bu para, aynı yıl Osmanlı borçları için ödediğimiz miktarın tam iki katı idi.

 

Hitler modası

Bıyıkların ve saçların Hitlervarî kesilmesi, biraz da bu bağımlılığın sonucu olarak ortaya çıkmış bir “moda”dır.

Özetle söylemek gerekirse, 30’lu yıllarda, neredeyse tüm ekonomisini, (ihracat ve ithalatı dahil) Almanya’ya endekslemiş bir Türkiye manzarası vardır.

Bu yönelişin Türkiye’yi nereye sürüklediği, Hitler’in delicesine silâhlanıp dünyaya meydan okumaya başladığı dönemde (1937’lerde) ancak fark edilmiş, fark edilmesiyle de Türkiye’yi yönetenlerde müthiş bir telaş baş göstermiştir.

Eğer İngiltere, Türkiye’nin faşizme kaymasından korkup kesenin ağzını birazcık açmasa ve Türkiye’ye 118 milyon Türk Lirası borç vermeseydi, İkinci Dünya Savaşı patladığında bile Türkiye’nin Almanya’ya bağımlı dış ticareti sürüyor olacaktı.

Ve Türkiye ister istemez Hitler saflarında savaşmak mecburiyetinde kalacaktı.

Osmanlı borçlarının kısa hikâyesi budur.

 

Kaynak moral dünyası
Kayıtlı

Dostlukların kurulması zor Kalplerin kırılması kolay
M. Sayın

Toplumsal hayatta en yararlı erdem hoşgörüdür. Dale Carnegie

İnsanların renkleri ayrı olsada göz yaşları aynıdır
mehmetsayin
Süper Aktif Üye
***
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1298



« Yanıtla #3 : 07 Şubat 2010 - 22:47 »



Taksim'de 350 sene namaz kılınan, ibadet edilen ancak 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin liraya satıldıktan sonra İstiklâl Meyhanesi adı ile dansözlü meyhane olarak kullanılan Kâtip Mustafa Çelebi Camii aslına döndürülüyor.


Beyoğlu İstiklâl Caddesi’nde bulunan meyhanenin kullanım alanı “Dini Tesis Alanı” olarak düzenlendi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tarihi eserlerimizi ihya etmeye devam ediyor. Taksim’de 350 sene namaz kılınan, ibadet edilen ancak 1941'de İsmet İnönü tarafından 4 bin liraya satıldıktan sonra “İstiklal Meyhanesi” adı ile dansözlü meyhane olarak kullanılan Katip Mustafa Çelebi Camii aslına döndürülüyor. Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bulunan meyhanenin kullanım alanı “Dini Tesis Alanı” olarak düzenlendi.

PLAN DEĞİŞİKLİĞİNİ ANITLAR KURULU ONAYLADI

2863 sayılı kanun çerçevesinde hazırlanan Beyoğlu 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı, Anıtlar Kurulu tarafından 7 Ocak 2009 tarih ve 2302 sayılı kararı ile onaylandı.

Plan, 15 Mayıs 2009 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kabul edildi. Anıtlar Kurulu’nun onayladığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kabul edilen imar planıyla “İstiklal Meyhanesi” kaldırılacak ve aslına uygun olacak Katip Mustafa Çelebi Camii ibadete açılacak.

Beyoğlu 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile, Beyoğlu ilçesi Kâtip Mustafa Çelebi mahallesi Çukurçeşme Sokağı'nda bulunan meyhanenin kullanım alanı “Dini Tesis Alanı” olarak düzenleniyor.

AĞA CAMİİ İLE BİRLİKTE YAPIMINA BAŞLANMIŞ

1590’lı yıllarda Kâtip Mustafa Çelebi tarafından inşa edilen ve Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi'ne adını veren Kâtip Mustafa Çelebi Camii'nin yapımına, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bulunan Ağa Camii ile birlikte başlanmış.

Ağa Camii’nin hemen çaprazında yer alan Kâtip Mustafa Çelebi Camii, kâgir duvarlı ve ahşap çatılı olarak inşa edilmiş. 350 sene namaz kılınan cami, 1930’lu yıllarda kadro harici bırakılmış.

İNÖNÜ CAMİYİ 4 BİN LİRAYA SATMIŞ

Kâtip Mustafa Çelebi Camii, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu Milli Şeflik döneminde para karşılığı satılmış. Vakıflar Genel Müdürlüğü, 11 Ağustos 1941 tarihinde Kâtip Mustafa Çelebi Camii’ni 4 bin 10 liraya Şükrü Bıkmaz adlı şahsa satmış.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, caminin satışına ilişkin yazısında, Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi Çukurçeşme Sokağı’nda bulunan Kâtip Mustafa Çelebi Camii’nin kadastrosunun 1937 tarihinde ev olarak tapuya vakıf adına tescil edildiği, 1941 yılında söz konusu parselin Bakanlar Kurulu’ndan çıkan karar gereğince 4 bin 10 lira bedel karşılığı Şükrü Bıkmaz’a satışının yapıldığı yer alıyor.

ZARİFİ TARAFINDAN YIKTIRILMIŞ, PAVYON OLARAK KULLANILMIŞ

1940’lı yıllarda cami binası, arka tarafında yer alan eski dikişhâne binasının sahipleri olan Zarifî ailesine satılarak yıktırılmış, yerine üç katlı betonarme bina yapılmış. Bu üç katlı bina en son 2005 yılında İstiklâl Meyhânesi’ne dönüştürülmüş.

Zülfikar Akgün adlı şahış, 15 Ocak 1985 tarihinde, caminin bulunduğu binayı pavyon olarak işletmiş. Pavyona çevrilen Kâtip Mustafa Çelebi Camii, Zarifî ailesi tarafından 2005 yılında İstiklâl Meyhânesi’ne dönüştürüldü. Kâtip Mustafa Çelebi Camii’nin mülkiyeti, şu anda Mehmet Oral ve Haydar Seyfi adlı şahıslar üzerinde görülüyor.

1907 TARİHLİ PLAN, PROJE VE KROKİLERDE CAMİ

Kâtip Mustafa Çelebi Camii, 1907 tarihli Başbakanlık Osmanlı Arşivi plan, proje ve kroki arşivlerinde ve 1927 tarihli J.J. Pervititch Sigorta haritalarında cami olarak görülüyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivi plan proje ve krokilerinde, Kâtip Mustafa Çelebi Camii şöyle yer alıyor:

“Beyoğlu’nda Katip Mustafa Çelebi Camii Şerifi ittisalinde Madam Zarifî’nin uhdesinde olub, üzerine Dikişhane inşaa olunacak olan arsanın altıncı daire-i belediyede mevcud kadastrodan bi’l-ihrac şehremaneti celilesinin fi 19 Kanun-i Evvel Sene 1323 tarih ve 186 numaralı tezkiresine melfuf olan mezkur arsa, haritasına Daire-i Mezkure Mühendis-i Sanisi Mahmud Bey beraber olduğu halde mahallinde icra edilen muayene neticesinde Cami-i Şerife aid olan tabutluk ve minare mahalli ile Cami-i Şerif mahalli tecavüzden masun kalmak üzere kırmızı boya ile boyanmış ve bir sureti ahz olunmuştur. Fi 31 Kanun-i Evvel Sene 1323”

SİGORTA HARİTALARINDA CAMİ

1927 yılında yayımlanan J.J. Pervititch Sigorta Haritası’nda, Kâtip Mustafa Çelebi Camii yer alıyor. Söz konusu haritada, caminin minaresi de görülüyor.

Vakit
Kayıtlı

Dostlukların kurulması zor Kalplerin kırılması kolay
M. Sayın

Toplumsal hayatta en yararlı erdem hoşgörüdür. Dale Carnegie

İnsanların renkleri ayrı olsada göz yaşları aynıdır
Sayfa: [1]   Yukarı git
 
Gitmek istediğiniz yer: