bozkir.net Bozkir Forum Arsivi 19 Nisan 2024 - 23:18 *
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz
Duyurular:
Mesaj yazmaya başlamadan önce Forum Kurallarını Okuyunuz.
 
 
Sayfa: [1]   Aşağı git
Gönderen Konu: Aktüel  (Okunma Sayısı 7268 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« : 21 Mart 2009 - 18:15 »

Gelse o Nazım toprağın en güzel yerine...

Mezarının başına vardığımda aklımdan geçen soru şöyleydi:

"Ben şimdi bir vatan haininin mezarını ziyaret edip,toprağının üzerine birgül bırakıyorum,öylemi?"

Sonra arkadaşlarımızdan birisi onun mısralarından okumaya başladı.Yanımda Oral Çalışlar da vardı.Mısralar mezarının üzerinde dalgalanmaya başlayınca onun gözlerine baktım.Duygulanmıştı.
Şiir
"Toprak sıcakvegüzeldir
 Ve toprağın engüzel yüzü
 memleketimdir benim"
diye bitti.
O an aklımdan geçenleri kendime saklamamın bir anlamı yoktu:
Toprakve vatan sevgisini böylesine güzel kelimelere dökebilen birisinin vatan haini olması mümkün değildi.Böyle bir adam olsa olsa rejim muhalifi olur.

Ne  demek vatanhaini? Kim belirliyor bu kavrama yüklenen manayı? Bir vatan haininin vatan sathında bu kadar seveni olabilirmiydi? İşte bu noktada nedendir MinaUrgan'ın"BirDinazorunAnıları"kitabında anlattığı şu sahne gözümün önüne gelir gibi oldu:
1950'deNazım'ı hapisten ve açlık grevinde ölmekten kurtarma kampanyası başlamıştı. Bu amaçla düzenlenen toplantıya katılanlar bir bir mahkeme edilip tutuklanmaya başladılar. Bunlardan birisi de şairin yıllarca yattığı Bursa Cezaevi'nin müdürü Tahsin Bey'inkızı Şehnaz Akıncı'ydı.Yargıç ona "Neden toplantıya katıldın?"diye sorunca Şehnaz"Nazım Hikmet yurtsever bir şairde ondan"dedi. Yargıç sanıkla alay edercesine "Kızım bunu da nerden çıkardın acaba?"diye sordu. Şehnaz,yirmi yaşının çın çın çınlayan sesiyle"Memleketim"şiirini başından sonuna ezbere okudu.İlk kez duydukları bu şiir mahkeme heyetini de,dinleyicileri de derin bir sessizliğe gömdü."

O gidişim Moskova'y a ikinci gidişimdi. İlk olarak Mesut Yılmaz ve etrafındaki eski solcularla,Cavi tKavak'la birlikte gitmiştim.O zaman onlar   Nazım Hikmet'in mezarını ziyaret etmişler, fakat ben bu ziyarete katılamamıştım. İkinci gidişimde nasip oldu,bu toprağın yetiştirdiği en büyük şairlerinden birisiyle tanışmak. Bu durumu ben rahmetli gazeteci Yavuz Gökmen'in NecipFazıl'la tanışmasına benzettim.Gökmen'de eski birsolcuydu,yıllarca solcu şairlerden,yazarlardan başka okuduğu kimse pek olmamıştı.Ta ki Turgut Özal gelip insanların keskinliklerini törpüleyene kadar.Yavuz Gökmen'in ölmeden önce yazdığı son yazısı Necip Fazıl'ın bir şiiri ile başlıyordu.

Bu zaman kadar hep statükonun yönlendirmesiyle bakıldı olaylara.Nazım Hikmet Rusya'ya kaçtıya "vatanhaini." Sağ onun hakkında yıllarca "Bir vatan haini"olmasının ötesinde bi rşey bilmedi.Şiirlerini okumadı.Hissetetiklerini hissetmedi.
Aynı şey sol içinde geçerliydi.Necip Fazıl'ı statükonun ona yüklediği sıfatla andılar.Mürteci.

Nazım Hikmet kaçtı gitti.Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti kaçmadılar. Fakat cezaevlerinde işkencegördüler, yıllarını hücrelerde geçirdiler.

Bir uçta vatan haini, bir uçta mürteci. Ne kadarda subjektif kavramlar bunlar. İnsanları bu sıfatlarla suçlayabilmek bu kadar da kolay olmasa gerek.Çünkü sağcısı da,solcusu da"ülkesinin duvarlarına kahrolsun..yazacak kadar vatanseverdir..."
Dünyayı kasık kavuran ideolojilerden devletlerde etkileniyor,insanların etkilenmemesi mümkün mü?

Almanya'da Nazizm  rüzgarı hüküm sürereken Türkiye'de kamu kurumlarınada "Yahudi düşmanlığı" baş göstermişti. Korkmaz Alemdar'ın araştırmalarına göre o yıllarda Anadolu Ajansında çalışan 20nin üzerinde Musevi tercüman "Musevi oldukları için"
işlerinden atılmıştı.

Birileri bizim adımıza karar vermekten vazgeçtiğinde bu ülkede herkes rahatlayacak .Birisi bizim adımıza "Bu mürteci, bu vatan haini" demediği gün... Nazım Hikmet'in mezarı Türkiye'ye getirilecek.

Onun kemikleri "Toprağın en güzel yerine getirilmeli. Ruhu bu topraklarda,kemikleri Moskova'da bir şairden özür dilemenin başka bir yoluda yok.

Yoksa bu rejim,muhaliflerinin mezarından dahi korkacak kadar zaaf üzeremi?

Nuh Gönültaş/1997
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #1 : 24 Mart 2009 - 17:39 »

Alternatif Sizsiniz...

"Aklın yolu birdir." çok taraftar bulan bir ifadedir. Akla yatkın bir çözüm varsa, akıllı insanlar bu görüşte elbette birleşebilirler. Ancak bir problemin çözümünde akla yatkın sayısız çözüm olabilir.

Akla yatkın olmayan, akla yatkın tek bir çözüm olduğu fikridir. Çünkü akıllı biri bir problemi çözmek için çok değişik yöntemler bulabilir. Aklı zayıf biri ise, problemi çözen belki bir yol bulabilir ya da hiçbir yol bulamaz. Öyleyse bir probleme birden fazla çözüm yolu bulmak aklın yoludur.

Bir fikir çok tehlikeli olabilir; özellikle aklınızda sadece bir fikir varsa. Eğer o fikir yanlış fikirse; size bir sürü şey kaybettirir. Doğru fikre, fikirler arasında değerlendirme yapılarak ulaşılır.

Bir mağazaya gittik bir kazak alacağız. Satıcı bize seçimimizde özgür olduğumuzu, istediğimiz kazağı alabileceğimizi söyledi. Ancak mağazadaki kazakların hepsi birbirinin aynı. Rengi, deseni, örgüsü, her şeyi aynı. Gerçek anlamda seçebileceğimiz bir kazak yok; çünkü tüm kazaklar aynı. Seçim yapabilmek için seçeneklerin olması gerekiyor. Özgürlük, seçenekler varsa vardır. Seçeneklerin olmadığı yerde özgürlük yoktur.

Seçenekler ya da alternatifler olmadan özgür olamayız. Bizi ise diğer insanlar değil, düşünmemek, yaratıcı olmamak seçeneksiz bırakır. Herkes kendi yaşamındaki problemlere birden fazla çözüm alternatifi geliştirmelidir. Aksi takdirde bu problemi çözme konusunda özgür değillerdir. Alternatif geliştirme, özgür bir aklın işlevidir. Zihnine zincirler konmuş birisinin aklına yeni fikir, yeni seçenek gelmez.

Zihinlere zincirler, genellemeler yoluyla konulur. Bir işi yapmanın tek bir yolu olduğuna inanmış birisi, yeni bir yol aramaz. Bildiği o yola mahkum olur.

Farklı yolların olduğunu düşünebilenler değişik insanlarla tanışan, değişik deneyimlerden geçen insanlardır. Sıra dışı insanlarla tanışan, konuşan, sıra dışı sporlar yapan, sıra dışı yerlere seyahat eden, sıra dışı kitaplar okuyan ve sıra dışı işler yapan insanların kafaları yeni düşüncelere açılır.

Akıl paraşüte benzer; ikisi de açık olduğunda işe yarar. Aklı açık tutabilmek için önyargıları bir kenara koymak, genellemeleri sorgulamak gerekir. Örneğin; açık bir paraşüt koşarken işe yaramaz; insanı durdurur. Açık bir akıl da her zaman işe yaramaz. Akıl açıkken insan uyuyamaz.

Alternatiflerle düşünmeye alışmış bir kafa, her sorunda kendisine birçok çıkar yol bulacaktır. Çalışan bir kafayı kimse durduramaz.


Alıntıdır.
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #2 : 02 Nisan 2009 - 10:01 »

 Muhsin Yazıcıoğlu'nun karşısındakiler
   
   
Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenaze töreninde bir araya gelenler, biraz da bir dönemi hep birlikte kapatmaya gelmişlerdi. Benim kuşağıma mensup olanların yüzlerine yansıyan hüzünde, kendi gençlikleri ve çektikleri çileler vardı. Cenazelerde geride kalanlar sadece gidene değil, gidenle birlikte kaybolan kendi geçmişlerine ağlarlar.

Ya tam karşı kutupta yer alanlar? Sanıyorum onlar da kendi geçmişlerine geri döndüler, bize bir muhasebenin özetini verdiler.

Önce, cenazenin arkasında saf tutan devlet ricalinin verdiği mesajı doğru okuyalım. Bülent Ecevit rahmetli, sağ olsaydı cenazede olacaktı. Rahşan Ecevit, varlığı ile bize bunu göstermiş oldu. Pol-Der'li polisleriyle, TÖB-Der'li öğretmenleriyle ve tarumar ettiği Eğitim Enstitüsü öğrencileriyle Ecevit'e ve Ecevit'in yanında yer alanlara hakkımızı helâl etmeli ve ölenlere rahmet dilemeliyiz.

Yine Kocatepe Camii avlusunda cenazede saf tutan, dönemin Maliye Bakanı Deniz Baykal'a da. Mamak'ta Muhsin Başkan ile beraber zulüm gören, hayatları kararanların, bugün cenazede saf tutan Genelkurmay Başkanı'nın şahsında bütün askerlerle helalleşmiş olmaları lâzım. Orada bulunanların bu acılı geçmişi, Muhsin Yazıcıoğlu'nun aziz hatırası ile birlikte o musalla taşından kaldırmaya geldiğini anlamış olmalıyız.

Yurtdışından yazan Bernar Kutluğ'un şu satırlarını da, tam karşı kutupta yer alan dönemin sosyalistlerinin duyguları olarak Muhsin Başkan'ı sevenlerin okumasını istiyorum:

Sayın Türköne,

"...Ülkemizde sağ ve sol yoksayıcı, ötekileştirici dilden kurtulma erdemini gösteremediği sürece, varılabilecek pek bir yer yok. Kaldı ki, benim ümidim yeni kuşak insanlarımızda.

Biz (ülkücüler ve devrimciler), çok çok yazık ki, vakti zamanında mütevazı boyutlarda da olsa bir diyalog, diyaloğu bir yana bırakın, bir samimi merak, içten bir tanıma isteği yaratamamıştık gençlik yıllarımızda. Her iki taraf da yalnızca düşmanlıktan beslenir gibiydi. Ben, 12 Eylül´den çok çok sonra, pasaport alma uğraşısı sırasında öğrendim yüreğimi MHP'li bir militana açabileceğimi, Türkiye'den ayrılmazdan hemen önce: Ankara'ya gitmiştim eski sıkıyönetim mahkemelerindeki binlerce dosyanın muhafaza edildiği bir devlet binasında kendi dosyalarımı bulmak için.

Kapıyı arkamdan kilitleyip, "dosyanı bulduğunda kapıya vur, gelip açacağız" demişlerdi. İçeride, benim gibi kendi dosyasını arayan bir insan daha vardı. On bir yıl kalmıştı cezaevlerinde. Bir saati aşkın birlikte arandık dosyalarımızı, kendiliğinden gelişen bir sohbet eşliğinde. İlkin o kendi dosyasını buldu, ardından bir süre sonra ben. Birlikte ayrıldık o itici binadan, bir çay bahçesinde sürdürdük söyleşiyi.

Sayın Yazıcıoğlu gibi Sivaslı idi o arkadaşım da. Benden çok daha uzundu. Ayrılırken beni kucakladı. Bir İLK idi yaşadığım o günkü duygu, ama yabancılaşmadım o sıcak duyguya sonraki yıllarda. Bugün artık çok çok iyi bildiğim, asla ödün vermeden yaşantımı tamamlamak istediğim gerçek şu ki, insanı insan yapan değerler ideoloji ile ilintili değil pek.

Başörtüsü zulmüne uzaktan seyirci olan bir devrimci, eski Dev-Genç lideri olsa ne yazar; Sayın Yazıcıoğlu'na yiğit demeye getiremiyorsa dilini, o dilden bu ülke hayrına işitilecek ne söz çıkar? Ergenekon orada, burnumuzun ucunda dururken, AKP düşmanlığını seçen solcu, bir kütüphane dolusu kitap hatmetmiş olsa ne yazar? Uzun sözün kısası, sayın Türköne, Sol'un tümden yıkılıp çok daha başka değerlerle yeniden inşası, bir sorumluluk.

Ama, yalnızca ideolojik bir sorumluluk değil bu, yalnızca Leninizm, Kemalizm vb. budalalıklardan arınmaktan ibaret bir sorumluluk değil. Bu aynı zamanda, yiğit olana yiğit demekte hiçbir beis olmadığını da anlama, idrak etme sorumluluğu. Ezber bozan seslere çok çok ihtiyacımız var..."

Muhsin Başkan'dan bir anekdot naklederken, o dönemde Mülkiye'de karşımızda yer alan Devrimcileri kırmışım. Maksadım bu değildi. O yıllarda, okula gidemediğimiz için öğrenimini yarıda bırakan arkadaşlarım da dahil, hepimiz sağlı-sollu kaybettiklerimizden üzüntü duyuyoruz. Bizim ifade edecek vesile bulamadığımız bu üzüntüyü, solcuların Muhsin Başkan'ın cenazesi vesilesiyle gösterdiğine inanıyor ve duygularımızın karşılıklı olduğunu düşünüyorum.

Önceki gün Muhsin Başkan'la birlikte toprağa verdiğimiz hüzünlü geçmişi ve 70'li yıllarda hayatını kaybedenlerin tamamını saygıyla anıyorum.

Mümtaz'er Türköne
02 Nisan 2009, Perşembe
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #3 : 07 Nisan 2009 - 10:44 »

Gönüllerin sultanı
   
   


Arkadaşlarıyla beraber geçirdiği kazada Hakk'ın rahmetine kavuşan Muhsin Yazıcıoğlu'nu fani âlemimizden yüz binler uğurladı. Ömrümde gördüğüm en kalabalık cenaze merasimi merhum Turgut Özal'ındı; bu belki ondan da kalabalıktı.

Özal uzun yıllar bürokratik kademelerde bulunmuş, başbakan, cumhurbaşkanı olmuştu. İnancını, hissiyatını paylaşmış olması itibarıyla milletimizin bu ilgisini bir nebze anlamak mümkündür. Öyle yüksek makamlarda bulunmadığı, milletimizi temsil etmediği halde, bir siyasetçi olarak Yazıcıoğlu'na bu alaka niçindi? Gönüllerin sultanı olmaktan başka bir izah bulunabilir mi?

Daha çocuk yaşlarında milletimizin dertlerini, acılarını kendisinin bilmiş, onlara merhem olmak ümidiyle Ülkü Ocakları'nda çalışmaya başlamış, gün gelmiş, Ülkücü gençlerin genel başkanı olmuştur. 12 Eylül darbesinden sonra içeriye alındı; beş buçuk yılını işkencelerle hücrede geçirdi, yedi yıldan fazla yattı ve beraat etti. Hiçbir zaman; "Bu devlet beni suçsuz yere içerde yatırdı; kahrolsun!" demedi, başkaları gibi Avrupa'da hak aramayı düşünmedi; "Ne yapalım, bizim devletimiz" diyerek acıları sineye çekti. Zira o her milletin hayatında devletin farklı bir fonksiyonu olduğunu biliyordu. Devlet kurmayı hiç düşünmemiş veya devletini yüzyıllar önce kaybetmiş milletler yaşamaya devam ettiği halde, biz nerede devletimizi kaybetmişsek, çok geçmeden milli varlığımız da orada siliniyordu. Dolayısıyla devlet milletimize ekmek kadar, su kadar lazımdı; onu yıpratmak milletimizin sonunu hazırlamaktı.

Zulmün kol gezdiği hapishanede bir yiğit nasıl davranması gerekiyorsa, öyle davrandı; arkadaşları için ümit, moral kaynağı oldu. Avukatının ona beraatini ümit ettiğini ve bu yönde talepte bulunacağını söylemesi üzerine şu cevabı verdi: "Talebinden bir şey çıkacağını sanmıyorum; ezkaza dikkate alınıp tahliye edilirsem, burada kalan arkadaşlar kendilerini yalnız hissedebilirler; bu zindandan en son çıkacak ben olmalıyım."

12 Eylül darbesini yapanlar adaletten ziyade dengenin peşindeydiler. İnsanların kanına giren bir terörist mi cezalandırıldı; hemen gözlerini ülkücülere çevirirlerdi. Nice suçsuzları darağaçlarına gönderdiler; masumları yıllarca hapishanelerde süründürdüler. İşkencelere maruz kalanlar zulüm zindanından sağlığını kaybedip tahliye edildiler. Anarşik olaylarda bir uzvunu yitirip sakat kalanlar da çoktu. Bu mazlumlara doğru dürüst kimse sahip çıkamadı. Kahredici günleri beraatle sonuçlanınca Yazıcıoğlu "Ben de çok acılar çektim; onlar da kaderlerine katlansınlar" demedi; bir vakıf kurup çaresizlerin imdadına koştu.

Milliyetçi Hareket Partisi'nden milletvekili seçildi. Bizce meçhul olan sebeplerden dolayı oradan ayrılmak zorunda kaldı. Çocukluğundan beri "Başbuğ" dediği rahmetli Türkeş'in aleyhine tek kelime etmedi; yeri gelince hizmetlerini övdü. Milliyetçi Hareket Partisi'nde kalan eski arkadaşlarına toz kondurmadı; gerektiğinde onları hep sitayişle andı, siyasetçilerin sermayesi olan dedikoduya başvurmak tenezzülünde bulunmadı.

Sonra yine milletvekili seçildi; Refah-Yol hükümeti gündeme geldi; başka alternatif yoktu; onların da sayıları yetmiyordu. İstese başbakan yardımcılığı, partisine bakanlıklar alabilirdi; siyasi tarihimizde, belki de dünyada eşi görülmemiş bir diğergamlıkla hiçbir şey talep etmeden hükümeti dışarıdan destekledi.

Montesquie "Geri kalmış milletler ordularının işgali altındadır." der; biz de son dönemlerde geri kaldık; ama ordumuz diğerlerine benzememeli, tarihî misyonumuza uygun hareket etmelidir, diye düşünerek, "Milletimize çevrilen namluları selamlamam." dedi. Bu ses uzun zamandan beri bu topraklarda duyulmamış yiğit bir sesti. Sonra o günlerde Cezayir'i öcü gösterip milletimizi sindirmek isteyenlere şu cevabı verdi: "Türkiye Cezayir olamaz, ama Suriye de olamaz."

Politikacılar, parti programlarıyla ülkenin meselelerini halledeceğine inanırlar; dava adamları ise insanı değiştirmeden hiçbir şeyin çözümlenemeyeceğinin farkındadırlar. "Alperen" ocakları insanımızı değiştirmeye yönelik bir hareketti. Onun için Yazıcıoğlu politikacı değil, dava adamı idi.

Annesinin vakur tavrını görenler, bir yiğit ancak böyle bir anadan doğar diyerek hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Eşi ve çocukları da annesi gibiydiler; dünyalara değer bir delikanlıya layık olduklarını gösterdiler.

Muhsin kardeşim, ne büyüklere saygıda, ne de küçüklere sevgide kusur ettin. Kendin için bir gün yaşamadın; ömrünü inandıklarına, milletine verdin; cihana bir yiğidin nasıl yaşaması gerektiğini gösterdin. Nur içinde yatasın, mekânın cennet olsun canım kardeşim.

Mehmet Niyazi
06 Nisan 2009, Pazartesi
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #4 : 10 Haziran 2009 - 18:29 »

Necip Fazıl bir iman adamıydı (1)
   
   

Yılın bugünleri gelince yüreğime bir sızı dolar; Necip Fazıl'ı ve onun 'metafizik evladı' Hilmi Oflaz'ı hatırlarım. Hilmi Oflaz'ın Necip Fazıl'a sevgisini, bağlılığını düşündükçe, Mevlânâ'nın Şems'e olan muhabbetini idrak edebiliyorum.

O ne yürekten bağlılıktı; hiçbir artniyete, hesaba dayanmazdı. Necip Fazıl, Hakk'ın rahmetine kavuştuktan yıllarca sonra bile onu her anışında Hilmi Oflaz'ın gözleri yaşarırdı. İkisinde de öyle hassasiyetlere şahit oldum ki, daha dün fani âlemimize veda eden bu kişilerin yaptıkları anlatılsa, günümüzün insanı inanmakta güçlük çeker.

'Büyük Doğu'nun yazıişleri müdürlüğünü yapan bir dostumdan dinlemiştim: "Bir han odasında dergiyi çıkarıyorduk. Kahveci çırağı elinde bir kâğıtla içeriye girdi; Necip Fazıl üstad'a, 'Bunu size dışarıda dikilen birisi gönderdi' diyerek uzattı. Kâğıdı okuyan Üstad'ın yüzü değişti; çekmeceyi çekti; bir miktar para alıp kahveci çırağına verdi; 'Ona götür' dedi. Sonra da Aziz Nesin'in gönderdiği şiiri buruşturup çöp sepetine attı." Bu olay 1940'lı yılların sonlarına doğru cereyan eder.

O zamanlar meşhur olmayan Aziz Nesin'in şartları çok ağırdı; belki de bir dilim ekmeğin hasretini çekiyordu. Dilenemiyor, kendisine yakışmayacak yollara başvuramıyor, telif almak ümidiyle bir şiirini Necip Fazıl'a gönderiyor. O da şiiri dergisine girecek kıratta bulmamasına rağmen gerekeni yapıyor.

"Birisi kimin kapısını çalacağını biliyor, diğeri de halden anlıyor."

Gün geldi, üne kavuşan Aziz Nesin çiftlik sahibi oldu. Necip Fazıl'a

"Aziz üstadım"la

başlayan nefis ve nezih bir mektup yazdı; arabasıyla aldırarak onu çiftliğinde birkaç gün misafir etmek istediğini bildirdi. Ne yazık ki Necip Fazıl'ın son günleriydi, bu davete icabet edemedi.

Biri İslamcı, diğeri Marksistti; ama ikisi de insanlığının farkındaydı. Fikri ne olursa olsun, böyle kişileri takdir edebildiğimiz gün biz de insanlığımızın şuuruna ereriz. Hatta böyle meziyetli kişilere değil, sokakta, bakkalda rastladığımız her ferde verdiğimiz değer ölçüsünde biz de insan oluruz.

Alıntıdır




Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #5 : 05 Ekim 2009 - 20:48 »

 
'Son Osmanlı' ecdadını sonuna kadar savunmuştu
   
   
Merhum Osman Ertuğrul Efendi'nin cenaze töreni pek çok ilklere sahne oldu. Yanlış hatırlamıyorsam Yusuf İzzeddin Efendi'nin 1916'daki cenaze töreninden 93 yıl sonra ilk defa bir Şehzade'nin cenazesine böyle görkemli bir tören nasip oldu.

Oysa bir önceki hanedan Reisi Mehmed Orhan Efendi'nin 15 yıl önceki cenaze törenine katılanların sayısı, iki elin parmaklarını geçmiyordu.

Şimdi merhumun neden bu denli sevildiğinin sebeplerini anlamak için hayat ve görüşlerine doğru bir yolculuğa çıkacağız. Göreceksiniz ki, kendisi o asil tavrını koruyarak ve siyasete alet etmeden rejime en sert eleştirileri getirirken, ecdadının haklarını en muhkem bir şekilde savunabilen nadir hanedan üyelerindendi.

Aşağıda Zeynep Osman Hanımefendi'nin eşinin vefatına saatler kala fakirin sorularına verdiği cevapları bulacaksınız:

-"Zannediyorum şu an hayatta olup da Sultan Abdülhamid'i gören tek kişi Osman Efendi'dir. Onu nasıl anlatıyor?

-Dedesi hakkında kanaatleri nasıl?

-Abdülhamid'le çok iftihar eder, yaptıklarını ve siyasetini çok takdir eder, zamanının en büyük devlet adamlarından biri olarak görür ve "Osmanlı İmparatorluğu'nun 33 sene ayakta kalmasının tek sebebi büyükbabamın uzak görüşlü siyasetidir." der.

Gördüğünüz gibi Abdülhamid'i sonuna kadar savunmaya kararlı bir torun karşısındayız.

Osman Efendi bir de dedesi Sultan Abdülhamid'in 'Kızıl Sultan' olarak adlandırılmasını asla hazmedemezdi. Aslı Aydıntaşbaş'ın 22-23 Temmuz 2004'te "Sabah" gazetesinde yayınlanan söyleşisinde bu tavrını bükülmez bir iradeyle ortaya koymuştu. Osman Efendi, dedesinin adının Cumhuriyet döneminde "istibdat" ve "baskı"yla anılmasından fena halde rahatsızdır:

"Büyükbabam kadar karalanmış biri yoktur herhalde. Kızıl Sultan olarak Ermeniler tarafından binlerce kişiyi öldürmekle suçlandı. Oysa 33 yıllık iktidarında yalnız iki ölüm fermanı imzaladı. O da tahta ilk geldiğinde. Birilerini cezalandırmak istediğinde Avrupa'ya ya da sancaklara sürgüne gönderirdi. Çoğunlukla sürgüne giderken büyükelçi unvanıyla giderdi ya da vali veya bürokrat yapılırdı."

Aynı söyleşide Türkiye'nin "İslam blokunda lider" olmasını arzulayan da, "İslam dünyasının başına geçersek fevkalade olur..."Aynı söyleşiden öğreniyoruz ki, merhum, "Türkiye'nin global olarak aktif bir rol oynayabilmesi için öncelikle Osmanlı ve İslam geleneğiyle barışması gerektiğini düşünüyor"muş. Senelerdir söylemeye çalıştığımızın bundan daha veciz bir özetini bulabilir misiniz?

Aynı söyleşiden Osman Efendi'nin Vahdettin'in hain olmadığını savunduğunu da öğreniyoruz. Mesela demiş ki:

"Sultanlara vatan haini diyorlar. Ne Vahdettin, ne de Reşad vatan haini değildi. Hepsi ülkelerini sevdiler. İnsanlar Mustafa Kemal'i Samsun'a gönderenin Sultan Vahdettin olduğunu unutuyor. İstanbul işgal altındayken özel izni o aldı. Mustafa Kemal, Samsun'a hareket etmeden önce Dolmabahçe Sarayı'nda bir araya geldiler."

Aslı Aydıntaşbaş'ın Vahdettin'in İngiliz gemisiyle kaçtığını hatırlatması üzerine verdiği cevap ise birilerinin kulağına küpe olacak cinsten.

"Bir kere" diyor, "Fransız ve İngiliz gemilerinden başka gemi alınmıyordu İstanbul'a. İkincisi, aile çok önemli bir karar almak zorundaydı. Kalsaydı iç savaş çıkacaktı. Devrim taraftarları ve padişah taraftarları vardı. Sultan Vahdettin binlerce insanın yok olmasını önlemek için önemli bir karar verdi. Kalsaydı muhakkak saltanat taraftarları diğerleriyle savaşacaktı."

Bütün bunları merhumun cenazesindeki kalabalıklar biliyor muydu? Emin değilim. Ancak bu halkın bilgisine değil de "derin sezgisi"ne güvenmek gerektiğini en çok aydınlarımızın bilmesi gerekmez mi?
   
4 Eylül 2009
Alıntıdır.
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #6 : 24 Ekim 2009 - 21:47 »

Tarih tekerrürden ibarettir

Anadolu,Anadolu,Anadolum!

Cennet yurdumuz,Türkiyemiz.Dört bir yandan,yedi düvel;Orta Asya'nın steplerine geri göndermek üzere saldırmışlar,kırmışlar,yakmışlar,sözde savaş açmışlar.Hesapları tutmamış,bu mazlum milletin hesabını unutmuşlar.

"Geldikleri gibi giderler!..."

Harp ve soğuk savaş yıllları.İki kutuplu dünya musallat olmak için sürekli bir şeyler bulmuş.Oyun içinde oyun.Gün olmuş üniversite gençliğini,sendikaları,siyasi partileri,dernekleri seçmişler bu milletin içine nifak tohumları ekmek için.

Başarılı da olmuşlar,ülkem adeta kamplara bölünmüş,en ücra mezraya varıncaya kadar.Silahlar konuşur olmuş yıllardır.Bizi,bize kırdırmak,emellerine ulaşmak adına her yolu mübah görmüşler.

İdam sehpaları,mapushane damları insanımızın kaderi olmuş.Sokaklar kan gölü,her gün sayısız cinayetler.Kullanılan silahlar aynı,öldüren bizim insanımız,geleceğimiz.En tepeden,en aşağıya tahammülün yerini tahammülsüzlük almış,yürümüş.
Ordumuz müdaheleye mecbur edilmiş adeta.Akan kan bir anda bıçak keser gibi dinmiş.
Acaba nasıl olmuş?

"Düşman,düşmanlığını yapacak,ya bizler ne yapacağız?"

Oyun yeniden kurulur,kartlar dağıtılır,ülkemizi çekmek için kurtlar sofrasına.Bu kez hedef direk ordumuzdur,mehmetçiktir.Sözde bölücülük adına.Albayraklı tabutlar her gün uğurlanmaktadır,ebediyete.Şehitlerin kanları,akıtılan göz yaşları,sönen ocaklar...
Adı konmamış bir savaş,güya terör adına.

Bütün unsurlarıyla bir ve beraber yaşamış,komşu olmuş,kız almış,kız vermiş bu büyük millet,Türk Milleti düşürelememiş bir birine.Teröre alet olan,kandırılmış,satılmış ruhlulardan gayrı.

Yine bir oyunun sonuna gelindi.Başlatanlar,bitiriyorlar,yeni bir dünya kurmak adına.Dün kullandıklarını,bu gün bela ediyorlar başımıza.Adeta elimize kor alıyoruz.

Velhasıl ülkemizin gündemini meşgul ediyorlar.Hepimiz olup,bitenleri okuyoruz,izliyoruz ve yaşıyoruz.Bu badirelerde atlatılacak,kolay değil,provakatörler çıkacak.Dumanlı havadan faydalanmak için.

Sanmasınlar ki,sessizliğimiz,suskunluğumuz çaresizlikten.Sessiz çığlığımız,sessiz çoğunluğun sinesinde yankılanacaktır.Metanetle bu günleri de atlacağız..

Koca Akif'e kulak verelim:

"Tarihi tekerrürden ibarettir derler,
 İbret alınsaydı,hiç tarih tekerrür eder miydi?.."

Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin!..

Ali Rıza Özaslan
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #7 : 01 Kasım 2009 - 16:34 »

Evlat...

İnsana doğum gününü kutlamak ne zaman zor gelmeye başlar biliyor musunuz?
Yaşı 35'i geçtikten sonra mı?
Yoksa yüzünde kırışıklıklar olduğunu hissettiğinde mi?
Hayır...
İkisi de değil...

İnsan annesini, babasını kaybedince içinden doğum gününü kutlamak gelmiyor.
Seviyorsa gerçekten anasını, babasını, borçlu hissediyorsa kendini onlara karşı sevinemiyor işte.

Oysa seni var eden onlar.
Senin için emek veren, büyüten, okuman için gecesini gündüzüne katan...
Sabahlara kadar başında ateşin düşsün diye bekleyen...
Sana hiç hissettirmeden tüm eğitim hayatın boyunca okuluna gelerek öğretmenlerinle konuşan...

Sırf canın çekmesin,yememiş olma diye şarküteriden iki dilim pastırma alıp pazar kahvaltısında kendi yemeyip sana yediren...
Oku,adam ol diye 70 yaşında çalışan...

Kendine bir yeni manto alamazken,seni arkadaşlarınla okul gezisine gönderen...
Sen bağırıp çağırıp isyan ederken,yine de sevgi dolu gözlerle bakan,arkandan ağlayan...
Onlar...

Doğum gününe sevinmek,bir yıl daha yaşamak bu hayatta onları mutlu eder aslında.
Senin mutlu olman, başarılı olman bu hayatta...
En çok anneni, babanı sevindirir...
O yüzden mutlu olmalı insan doğum gününde...

Ama kaybettiysen canının yarısını o adi hastalıktan,baban da hastaysa eğer...
Elinden gelmiyorsa eğer hiçbir şey...
Koskoca arazinin ortasında bir ağaç gibi kalakaldıysan ve kımıldayamıyorsan bir yere...

Mutlu olamıyor insan doğduğuna...
Olmalı belki de...
Ama olamıyor işte...
İyi ki doğdum diyemiyor kendi kendine...
Annesine, babasına haksızlık ettiğini bile bile...

Yine de...
Annem, babam bu kadar emek verdiğine,sevdiğine göre beni...
İyi ki doğdum arkadaş...

Alıntıdır.
   
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #8 : 24 Kasım 2009 - 12:50 »

Öğretmenim
 

Bir süreden beri pazar günleri bizim için çok heyecan verici olmaya başladı. Oğlum ve kızımla anlaştık; her pazar öğleden sonra küçük torunu bize bırakıp kendileri gezmeye gidiyorlar. Torunumla arkadaşlık yapmaya başladıktan sonra öyle ilginç şeylerle karşılaştım ki, o’nu kendime öğretmen olarak görmeye başladım.

Birçok yetişkin arkadaşımdan alamadığım dersleri ondan alıyorum. Anı yaşamanın, katıksız, saf sevgiyle tanışmanın, koşulsuz kabulün, açıklığın, netliğin, tertemiz ve çıkar hesabı yapmadan yakınlaşmanın tüm güzelliklerini o küçücük yavruyla yaşıyorum.

Asya’nın bizim evde bir oyuncak sepeti var. Gelince hemen ortaya döker ve birlikte oynamaya başlarız. Geçen pazar annesi beklenenden biraz daha erken geldi. O henüz oyuncakları ile oynamaya doymamıştı. Annesi, uyku saatinin yaklaşması nedeniyle gitmekte ısrar edince oyuncak sepetini birlikte götürmek istedi. Annesi bizim evin cazibesi kaybolmasın diye “Hayır” dedi. Asya ağlamaya başladı.

Ben dayanamadım, sepeti aldım, "Haydi birlikte gidelim" dedim, asansöre bindik. Umudum babasının arabasına bininceye kadar daha cazip bir şey göreceği ve sepeti unutacağı idi. Nitekim öyle oldu. Kapı önünde bir kedi yavrusu gördü, ona koştu, sevmek istedi. Oyuncak sepetini hemen unuttu. Ben de sepet elimde sessizce asansöre binip eve döndüm.

Yarım saat sonra annesine telefon açtım. Sepeti götüremeyişi nedeniyle üzülüp üzülmediğini sordum. “Hayır. Önce kedi yavrusuyla oynadı, yol boyunca ise gördüğü ağaçlarla, çiçeklerle ilgilendi. Şimdi yemeğini yiyor, biraz sonra da uyuyacak” dedi.

Bir an için “Bundan daha büyük bir öğretmen olamaz” diye düşündüm.

En çok sevdiği oyuncaklarıyla kendi evine gitmek üzere yola çıkıyor ve iki dakika sonra oyuncaklar kayboluyor. Bizler olsak, o kadar sevdiğimiz şeyleri kaybedince karalar bağlarız. Başka şeylerimizi de kaybetmemek için aklımızı güvenlik önlemleri ile bozar, düğüm üstüne düğüm atarız. Kaybettiğimiz şeyin günlerce etkisinden kurtulamayız. Kendimizi, mağdur, mağlup, dertli, kederli insan yerine koyarız.

Asya ise bir anda kaybettiği şeyleri unutup dünyanın diğer güzellikleriyle, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla, çiçekleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Geçmişte kaybettiklerine takılmıyor, şimdi ve önünde bulunanların keyfini çıkarıyordu.

Çocuklar bulundukları yere güzellik, canlılık, neşe getirirler, huzur yaratır ve kendileri de huzur ararlar. Güvenlik ve güç peşinde koşmazlar, kin, kıskançlık, korku taşımazlar. Biz “cıs” deyip korkutmazsak, hiçbir şeyden korkmazlar. Onlar bize teslim oldukları halde biz bununla yetinmez, yönetimimiz altına almaya çalışır, üzerlerinde güç denemesi yaparız.

Onlar hiç art niyet taşımadan her şeyi kabul ederler. Sevgiye hep olumlu cevap verirler. Gülerseniz hemen onlar da gülerler. Okşarsanız içtenlikle ve korkusuzca sokulurlar. Açıktırlar, nettirler. Her gereksinimlerini açıkça söylerler, hiçbir şeylerini gizlemezler. Anlamazsak ağlarlar, hiç anlamazsak daha çok ağlarlar, kıyamet koparırlar; ta ki biz anlayıncaya kadar…

Halbuki onlardan çok daha büyük olanlar, yani yetişkinler, gereksinimlerini anlatmazlar, eksiklerini, kusurlarını gizlerler. Kapalı bir kutu gibi yaşarlar. Ağlamayı ise kendilerine hiç yediremez, gözyaşlarını içlerine akıtırlar.

Çocuklar Allah’ın bize verdiği en büyük emanettir. Görevimiz onları sevgi ve huzur içinde büyütmektir. Dünyaya geldiklerinde tertemizdirler. İçlerinde, dışlarında, kalplerinde hiçbir leke yoktur.

Büyüdükçe korkuyu, endişeyi, hasisliği, kindarlığı, yalancılığı, hilebazlığı her şeyi biz öğretiriz. Daha ileri gideriz, evde her gün kavga ederiz, ipleri gereriz. Bize en çok gereksinimi olduğu dönemde boşanır, onu anasız veya babasız bırakırız.

Sevgisiz ortamlarda yaşatır, sevgisiz insanlara muhatap ederiz. Sevgisiz büyütürüz. Ailede bulamadığı sevgiyi yakalamak için sokak çetelerine girer, suç örgütlerine katılarak güç arar, yanlış arkadaşlar seçer, yanlış evlilikler yapar. Bunalıma depresyona düşer, en çaresiz zamanlarında ise dermanı tinerde, uyuşturucularda arar.

Çocuk dünyaya en güvenli yerden, ana rahminden gelmiştir. Rahim onu anne kollarından daha çok sarar, daha güvenli tutar. Tüm yaşam ritmini anne kalbinden yakalar, kalbin sesini duyar, onun sevgi dolu atışlarıyla yaşar. Gıdası anadan, canı anadan, kanı anadan akar. Kanımızdan, canımızdan dünyaya getirdiğimiz çocuğa, kişiliğini kazandırmak da bizim görevimizdir. Ona karşı olan tutumumuz, davranışlarımız ve düşüncelerimizle kimlik verir, kişilik kazandırırız.

Ona önem verir, insan yerine koyar, zaman ayırır, arkadaş olursak, insan olduğunu hisseder. Kendine güvenir, yalnızlığın sıkıntısını çekmez, dost canlısı olarak yetişir.

Her şeyini kendimiz yönetmeye kalkmaz, ona kendisi olma olanağını tanırsak, becerikli, dünyayı tanıyan, yaşamın yükünün altından kalkmasını bilen bir insan yetiştirmiş oluruz. Büyüdüğünü kabul edersek, büyük bir adam, kabul etmezsek, bize bağımlı koca bir çocuk yaratırız.

Çocuklarınıza, torunlarınıza “O çocuktur” deyip geçmeyiniz. O’nu tertemiz, bağımlılıklarla özgürlüğünü yitirmemiş, çıkar hesaplarıyla kirlenmemiş, anı yaşayan, saf bilincin simgesi olarak görünüz. Hz. İsa:

“Çocuklar kadar saf ve temiz olmadıkça Allah’ın melekûtuna giremezsiniz”

buyurur. Onları öğretmen olarak kabul ediniz. Çocuklar gibi olunuz, üzerinize yapışmış tüm kirlerden ve olumsuz birikimlerden temizleniniz.

İnal Aydınoğlu
20.11.2009
 
 
Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
AliRizaOzaslan
Aktif Üye
**
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 903


« Yanıtla #9 : 09 Şubat 2010 - 07:44 »

İslam Şeriati

"İslamiyet'in temel kaynaklarından hiçbirinde; halkının Müslüman olduğu bir ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair tek bir satır yoktur" diye yazdığım zamanlar; epey tepki alırım.

Daha önceleri bunu yazdığım zaman da aynı şey olmuştu; son yazımda bu noktaya tekrar değindiğim zaman da aynı şey oldu. Öyle sanıyorum ki bunu biraz açmam gerekiyor.

Konunun ayrıntılarına girmeden önce vurgulamam gereken bir konu var. Bizde genellikle tek başına "şeriat" sözcüğü kullanılır ve bununla bir "İslam şeriatı" kastedilir. Oysaki tek başına "şeriat" sözcüğü "düzen" demektir. Bir İslam şeriatı olduğu gibi bir Hristiyan şeriatı da vardır; Musevi şeriatı da vardır; Budist şeriatı da vardır. Hatta "demokrasinin" de bir şeriat olduğunu söylemek mümkündür. Ancak yaygın bir biçimde "şeriat" sözcüğü kullanılır ve bununla İslam şeriatı kastedilir.


Genellikle; İslamiyet'in 4 "kaynağı" olduğu kabul edilir. Bunlardan birincisi; hiç kuşkusuz "Kuran"dır. İkincisi; Hz. Muhammed'in "söz", "davranış" ve "sessizliği"ni anlatan "Hadis"tir ki; bu konuda çok sayıdaki Hadis kitaplarından ancak çok azı "muteber" yani "doğru" kabul edilir. İslamiyet'in diğer iki kaynağı; (kimi mezhepler tarafından İslamiyet'in kaynakları arasında sayılmayan) "icma" ya da "icma-i ümmet" ve "kıyas"tır.

"İcma"; tüm "müçtehitlerin" yani kabul edilmiş din bilginlerinin herhangi bir konudaki "fikir birliği" demektir. Kıyas ise belli bir konuda tek müçtehidin açıklaması ya da yorumudur.

Biraz yukarıda da vurguladığımız üzere; İslamiyet'in temel iki kaynağında; yani Kuran'da ve doğruluğu konusunda fikir birliği olan hadislerde; bir İslam toplumunun siyaseten nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda hiçbir açıklama yoktur. Kuran'da bu konuda işaret sayılabilecek tek husus; "ululara danışmak" yani "meşveret" görülmektedir.

Peki hal böyleyken; "şeriat" konusundaki bunca tartışma nedendir? Toplumumuzun son birkaç yüzyılında; "şeriat isteriz" diye sokaklara dökülenler acaba ne istiyor?

Bir "şeriat tehdidinden" söz edenler; neyin tehdidini hissediyor?

Bir "şeriat tehdidinden" korkanlar acaba neden korkuyorlar, niçin korkuyorlar?



Osmanlı İmparatorluğu'nun son birkaç yüzyılda; "düzen" istedikleri gibi gitmeyen kimi grupların "şeriat isteriz" diye sokaklara dökülmesini anlamak mümkün değil. Başta İslam "halifesinin" yani Hz. Peygamberin halefinin oturduğu bir düzene; İslamiyet adına karşı çıkmanın hiçbir mantığı olamazdı.

Cumhuriyet döneminde gördüğümüz "şeriat" taleplerinde istenen şey de; laik Cumhuriyet yerine "İslam kurallarına" göre yönetilen bir devlet oluşturmak idi. "Laik devlet-yıkılacak elbet" sloganlarının başka ne anlamı olabilir?

Peki ama "İslam kurallarına" göre yönetilecek bir devlette; kuralları kim belirleyecek? Temel kaynaklarında sınırları belirlenen "evrensel" bir İslam şeriatı devleti olmadığı konusunda hiçbir kuşku duyulmaması gerekir. Zaten böyle evrensel kabul gören bir İslam şeriatı devleti modeli olsa; günümüzde şeriatla yönetildiğini iddia eden farklı ülkelerde çok farklı ve hatta kimi zaman birbiriyle çelişen uygulamalar olmazdı.

Gerçekten; günümüzde İslam şeriatı ile yönetildiği iddiasında olan değişik ülkelerde çok farklı uygulamalar vardır. İslamiyet'in tek bir temel kaynağı "Kur'an-ı Kerim" olduğuna göre; bu farklılıklar nereden kaynaklanabilir?

İran, Suudi Arabistan, Libya ve Afganistan'a baktığımız zaman; çoğu kez birbirlerini en ağır biçimde suçladıklarını görüyoruz. Bu suçlamalar; birbirlerini "İslamiyet dışı" saymaya kadar gidebilmektedir.

Acaba hangisi haklıdır?



Bu türden örnekler gösteriyor ki; herkesin kabul etmek zorunda olduğu evrensel bir "İslam şeriatı" düzeni yok. Uygulanan şey; iktidarı "şu ya da bu" biçimde "ele geçiren" bir grubun; kendi anlayışları çerçevesinde uyguladıkları bir Müslümanlık ve gene kendi "kafalarına göre" koydukları "İslami kurallar!"dır.

 "Şeriat isteyenler"; şeriat adına kendi İslamiyet anlayışlarının getireceği kuralları topluma "dayatmaya" ve egemen kılmaya çalışırlar. Örneğin; alkollü içki tüketilmemesi, evlilik dışı ilişkilere girişilmemesi, oruç tutulması, namaza gidilmesi, örtünme vb. kurallar dayatılan kurallardır.

Kendisi alkollü içki kullanmasa bile; bir lokantada alkollü içki içilmemesini isterler. Oruç tutmayanlara müdahale etmek isterler. Çalışma saatlerini namaz saatlerine göre ayarlamak isterler. Örtülü olmayan hanımlara müdahale edilmesini bir hak ve hatta görev olarak görürler. Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama acaba bu türden toplumsal kurallar; siyasal olarak bir "İslam şeriatı" düzeninin varlığını ortaya koyar mı?

Hiç sanmıyorum.



Peki bir "İslam şeriatı tehdidi" görenler; neyin endişesi içinde? Bana öyle geliyor ki; yukarıda saydığım toplumsal yaşamla ilgili düzenlemelerin endişesi içindeler...

Pek de haksız sayılmazlar.

2 Şubat 2010

Toktamış Ateş



 


Kayıtlı

Hamdım             Piştim            Yandım
Sayfa: [1]   Yukarı git
 
Gitmek istediğiniz yer: